Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]

Bundan sonra "Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]" ismi ile http://uluslararasisinifmucadelesi.blogspot.de/ sayfasındayız.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Bandista enternasyonal dayanışma için yeniden aramızda olacak!

"Bandista ile Yeniçağ gazetesinin yaptığı bu röportajı, Kıbrıs'ta devam eden sol içi tartışmalara enternasyonalist bir perspektiften açıklama getirdiği için yayınlıyoruz"





Anti-Militarist Barış Harekâtı 14 Ağustos’taki bu yıl da üçüncü kez gene Selimiye Meydanında düzenleyecek… Geçen iki etkinlikte olduğu gibi bu yıl da adamıza gelecek Bandista ile yaptığımız röportaj şöyle:


Kıbrıs meselesini konu alan şarkılar söyluyorsunuz. Türkiye’de ve bulunduğunuz diğer coğrafyalarda adanın hikayelerine ve meseleye yaklaşımlar hakkında neler gözlemlersiniz?

Konserlerimizde hikaye etmeyi seviyor ve önemsiyoruz. Türkçe konuşulmayan yerlerdeki konserlerimizdeyse bunu İngilizce yapmaya çalışıyoruz. Pek çok konserimizin ardından katılımcı dostlarımızla ettiğimiz sohbetlerde yahut aldığımız maillerde, Kıbrıs hakkında anlattıklarımıza şaşıran, dahasını merak eden ve sorular soranlarla sıklıkla karşılaşıyoruz. Doğrusu Kıbrıs meselesi, değil diğer ülkelerde, kendisini Kıbrıs’ın anası ilan eden Türkiye’de dahi üzerine gereğince düşünülmemiş, yeterince hakkı verilmemiş bir mesele. Pek çok insan durumlardan bihaber ve maalesef adanın kuzeyini Türkiye’nin bir vilayeti sanıyor.


14 Ağustosta Selimiye/Ayasofya Meydanı’nda düzenlenecek Dikkat Askersiz Bölge konserinin üçüncüsünde yine Kıbrıs’ta olacaksınız. Durumlar?

Dikkat Askersiz Bölge, Kıbrıs’ta bugüne dek yaşanan militarist, baskıcı, sömürgeci idareye karşı çoğunluğu işgal koşullarına doğmuş ada gençlerinin verdiği ilk örgütlü ve kitlesel yanıt olması nedeniyle çok kıymetli. Bu sözü muhtelif miting ve eylemlere paralel olarak 2010’da kitlesel bir eylem-konser-buluşmayla çoğaltan bağımsız yahut örgütlü pek çok kardeşimiz bizi davet ettiğinde duyduğumuz heyecanı tarif etmesi zor. Hatta eylemin çağrı metnini, yani hususa dair bizzat adadan söylenen sözü merkezine alan üç şarkılık bir kısaçalar da yayınlayarak o günü tayfa tarihimize de not ettik.

Geniş bir dayanışma ağıyla sistematik olarak çalışan yereldeki barışçı kardeşlerimiz Ayşe’nin evine dönmesi çağrısını üçüncü senedir ısrarla sürdürerek bu eylemceyi gelenekselleştirerek 14 Ağustos’un, adanın ve adalıların tarihinde bir onur değil bir utanç günü olarak kayda geçilmesini sağladılar.

Evet Türkiye’de yaşıyoruz ama bizim burada bulunuşumuz kolonyalist değil enternasyonalist sebeplerledir. Dayanışma olmadan hiç birimiz için özgürlük olmayacak. Bizi görmek istedikleri mazlum pozisyonuna inat, o aksam yine çok eğleneceğiz.


Bu yıl, aynı gün, ayni vakitlerde ikinci bir organizasyon yapılıyor. Bu hususta ne dersiniz?

Bunu bir zenginlik olarak kabul ediyoruz. Bunun yine 2010’da gelişen inisiyatifin başarısı olduğu kanaatindeyiz. Az evvel de belirttiğimiz gibi, sonuçta artık 14 Ağustos sadece faşistlerin kutladığı bir gün değil, esas olarak alttakilerin, devrimcilerin militarist dünya sisteminin başımıza ördüğü çorapları ifşa etme günü olarak meşrulaşmıştır. Keşke adanın demilitarize olmasına dair sözler ve bu sözlerin edildiği zeminler daha da çoğalsa.


Ancak bu ikinci organizasyonun ortaya çıkışıyla birlikte Antimilitarist Barış Harekatı’nın bu sene ikiye bölündüğü izlenimi ve bunun sizin maddi talepleriniz nedeniyle gerçekleştiği söylentileri var. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Haşa! Bu durumun bizimle en ufak bir ilgisi olamaz. Bir müzik kolektifi bir halk hareketini nasıl belirleyebilir? Bizce kolektif sadece hareketin bir parçasıdır ve onun tarafından belirlenir, onunla birlikte öğrenir ve öğretir.

Öncelikle bizim hiç bir zaman, hiç bir suretle eylemlerden bir maddi talebimiz olmadı. Ancak ne mutlu ki eylemi örgütleyen inisiyatif eylem bütçesinden arttırdıkları bir miktarı, bu sefer de tayfamıza dayanışma göstermek ve emeğimizi görünür kılmak için aktardı. Bu para konser karşılığında ödenmiş bir ücret değil, hayatlarımızın ve dolayısıyla çalışmalarımızın yürümesi için bir dayanışma katkısıydı. Bunun teklif edildiğini duymak bile emeğinin sıklıkla ve kolaylıkla görmezden gelindiği tayfamız için her şeyden evvel çok hoştu ve emeğe hakikat muamelesi yaptığı için gayet devrimci bir öneriydi. Burjuva değiliz. Ortada hakkımız olarak tarif edilen bir değer varsa bunu savunuruz. Hatta bu hassasiyeti her emekçi için savunuyoruz ve her emekçiyi bunu savunmak üzere örgütlenmeye davet ediyoruz.


Peki neden böyle bir beyan ve algı mevcut?

Bilemeyiz. Geçen Mayıs ayında iki konser için adaya geldiğimizde ayrışmaya giden arkadaşlar da dahil olmak üzere organizasyonun tüm bileşenlerinin bulunduğu geniş katılımlı bir toplantı yürüttük ve tavrımızı, yani dayanışma konserlerinde herhangi bir maddi talebimizin olmadığını orada da apaçık beyan ettik. Ancak sonrasında biz de üzülerek takip ettik ki ayrılarak başka bir etkinlik düzenleyen kardeşlerin kendilerini meşrulaştırma argümanları pozisyonumuzu gayet iyi bilmelerine rağmen bizim üzerimizden oldu. Bütün süreç boyunca maalesef ki gerek sosyal medyada gerek politik bildirilerde hakkımızda “yerli olmayan sanatçılar”, “parayla eylem yapanlar” gibi ayrımcı ve haksız açıklamalar rahatça ve düşüncesizce sarf edildi .

Tam bu noktada açıkça belirtmeliyiz ki bANDiSTA’nın bu sene de eyleme katılmak için herhangi bir maddi talebi olmamıştır. Diğer yandan paranın var olmadığı, kapitalizmi aşmış ütopik bir dünyada yaşamıyoruz. Bizim için devrimci olan, hayallerimizi kimi fantazmalara değil yaşadığımız hakikate hakikat muamelesi yaparak savunmaktır.

Ancak ayrışma tartışmalarının altı politik olarak boş olunca bu zemin sanki bizim üzerimizden yürütülen bir spekülasyonla doldurulmaya çalışılmış, yazık. Ayrılan kardeşlerimizden “Anti-militarizm apolitiktir, biz bağımsızlık yanlısıyız” falan gibi bir argüman duysaydık bunu politik bir pozisyon olarak anlardık ve bu sahici bir ayrışma olurdu ama bu tür bir politik ayrışmanın en azından tartışmalarda beyanını biz duymadık. Ne tür alt gerekçeleri vardır, artık onu da biz bilmeyelim.


Yani iki etkinlik arasında sizce hiçbir politik farklılık yok mudur?

Kastımız bu değil, ortaya konulan ayrılma argümanını apolitik, maddi olarak yanlış ve dedikodu düzeyinde bulduğumuzdur. Günün sonunda herkes “asker dışarı” diyor ama süreç içinde pek sözü edilmeyen pratik birkaç politik ayrışma da gözlemledik. Bu gözlemlerimizin birincisi içeriğe dairdir, ikincisi yönteme.

Öncelikle, liberal hegemonya tarafından dayatılan verili kavramlarla değil, tabandan üretilen karşı-hegemonik fikirlerle yapılan bir siyasetin devrimciliğine inanıyoruz. Mesela bağımsızlık-bağımlılık gibi burjuva demokratik vurgular ilgimizi çekmiyor. Doğrudan sınırların ve sınıfların kalkmasını istiyoruz. Ulus-devlet fikrine ve onun tarif ettiği sınırlara inanmıyoruz, dolayısıyla bu kabul etrafında üretilen kavramlarla söylenen bir sözün arkasında saf tutmamız da beklenemez. Bir dönem kutuplu dünya mevcutken üçüncü dünya savunusuyla önemsenen ve Cezayir direnişinin yahut Türkiye 68’inin mottosu olarak anımsanabilecek “bağımsızlık” talebi, ulusalcılığın reddiyle birlikte uzun suredir geçerliliğini yitirmiştir. Bağımlılık-bağımsızlık, ucu ulusalcılığa, sınıf vurgusunun yitirilmesine ve askeri çekişmeye varabilecek tehlikeli bir propaganda zemini; ki Türkiye’de mesela ‘Tam Bağımsız Türkiye” sloganıyla siyaset örgütleyen yapılar, Kıbrıs’a dair en şahin pozisyonda da yer alabiliyorlar.

Diğer yandan, yönteme dair gözlemlediğimiz ayrışmalarsa politik olduğu iddiasındaki sözün sunumuna dairdir. Bir sözü kimin söylediği, söylenen sözden önemli olamaz. Kültür endüstrisinin pompaladığı star sistemini reddediyoruz. Dolayısıyla ismimizin yapılan politik işin önüne konulması hoşumuza gitmezdi. Bu politik propagandanın değil, PR sisteminin, reklamcılığın, yani kapitalizmin pazarlama çabasının dilidir. Yani Kıbrıslı herhangi bir gencin söylediği söz, Türkiyeli falanca entelektüelin yahut oyuncunun söylediğinden daha değersiz değildir. Dikkat Askersiz Bölge eylemine gelenlerin öncelikle bANDiSTA dinlemek isteyenler değil, demilitarizasyon talep edenler olduğunu biliyoruz.


14 Ağustos buluşması evveli söylemek istedikleriniz nelerdir?

14 Ağustos Kıbrıs’ta hüküm süren otoriter sömürge rejimine karşı sembolik bir gündür. Militarizm, rekabetçilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilik başta olmak üzere her türlü ayrımcılıkla beslenen bu rejimden acı duyan herkesi karşı tepkilerini ifade etmek üzere eyleme davet ediyoruz.


7 Ağustos 2012 Salı

Sol ve sağ sivil toplumculuk: Kıbrıs’ta yenilgi ideolojileri

Aziz Şah

Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan sol sivil toplumculuk da, sol sivil toplumculuğa reaksiyon olarak gelişen sağ sivil toplumculuk da “sınıf mücadelesinin reddine” dayalı yenilgi ideolojileridir. İki yenilgi ideolojisi arasına sıkışmış bir topluma devrimci Marksizm’den başka yol gösterecek reaksiyoner olmayan bilimsel bir yöntem yoktur. Sol ve sağ sivil toplumculuk aslında sermaye biriktirmenin “masum” olarak “toplumsal projeler” ile sunulmasıdırlar. Yenilgiden beslenen sınıf taarruzudurlar… Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB dönem başkanı olması ile birlikte bu iki kesim arasındaki sivil toplum savaşları da yoğunlaştı. Sol sivil toplumun Avrupa parlamentosunda konuşma sevdasından sonra sağ sivil toplum da parlamentoda konuşmak olmasa da parlamento bahçesinde protesto yolu ile sol sivil toplumun izindedir.

Sol sivil toplumculuk (sol liberalizm olarak da okunabilir), sendikal örgütlerde yoğunlaşsa da hem politika dışı kültürel yapılarda hem de sosyal demokrat yelpazede mevzilenmiş durumda. Sağ sivil toplumculuk ise devlet destekli yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum böyle olmasına karşın sol sivil toplumculuğun, hem özelde belediyelerde yaşanan borç krizi hem de genel olarak ekonomik kriz karşısında “kör nokta”da durmadaki ısrarı, kendilerini politik toplumun yani devletin devamı olarak var etmelerindendir. Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu durum karşısında takındıkları tavır ise Avrupa merkezci ideoloji ile birlikte, kendilerini sağ sivil toplum ve Kıbrıs’taki işgal rejimi karşısında konumlandırmak amacıyla ellerindeki tek koz sandıkları Brüksel “desteği”ni var etme yönelimidir.

Aslında Kıbrıs’taki sol sivil toplum da biliyor ki AB’ye olan aşkları tek taraflıdır.

Sivil Toplum Savaşlarının Sınırları

STÖ’cülük (Sivil Toplum Örgütü) ya da Projecilik, bundan birkaç yıl önceye oranla niceliksel anlamda düşüş eğilimi gösterse de nitelik olarak sermaye birikiminin bir biçimi halini aldı. Sivil toplumculuk ise akademik ezbere dayalı yazılan politika teorisi kitaplarının aksine “hükümet dışı örgütler” olmak bir yana, “hükümet içi”, hatta “devletin devamı” oldukları oranda sivil toplum alanına hükmettiler.

STÖ’cülük ya da Projecilik, Kıbrıs’ta bir dönem o kadar prim yaptı ki, kısa sürede AB’den fon almak için kurulan gerçek ve sahte STÖ’lerin listesinin yayınlandığı 2 cilt kitap mevcut. 2 Cildi dolduracak kadar STÖ kuruldu, örgütlenme alışkanlığı olmayan bir toplumda. Şimdi ise daha çok üretici sermayenin ve tefeci sermayenin yöneldiği bir alana dönüştü. “Lale Sevenler Derneği” yerini tefecilere bıraktı.

Böyle bir ortamda sivil toplum savaşları önce projeler üzerinden fon için yaşandı. “Yeni Zenginler” yaratıldı. STÖ’ler kurulmadan önce ise 90’ların başında süreç “think thank”larda öncü sivil toplumcuların, yani sol liberallerin yetiştirilmesi ile başladı. Hem eski Stalinistler liberal cepheye kazandırıldı, hem de yeni bir politik alan oluşturuldu.

Sağ sivil toplum ise, eski Stalinistlerin liberalleştirilmesinden ortaya çıkan sol sivil toplumdan farklı olarak egemen bloğun zorlaması sonucu sendikalar karşısında devlet tapınmacılığı [Statolatry] için ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB dönem başkanlığını protesto etmek ve kınamak için hortlatıldı. Sağ sivil toplumun çeşitli bileşenlerinin arasında, sol sivil toplumun “umut beslediği” ve talepkâr yaklaştığı sanayi ve ticaret odası gibi kurumların olması da şaşırtıcı değil. Bu yüzden iki kesimin konuşmaları birbirine karışıyor.

Sağ sivil toplumun, sol sivil toplumdan kopmakta en başarılı olduğu alan ise medya: Kıbrıs Cumhuriyeti karşısında tek kalemden çıkmışçasına yazılan haberler ve yorumlar. En önemlisi ise KKTC’deki ekonomik sorunları görmezden gelirken, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki ekonomik paketleri manşetten giren, Kuzey’in geliştiğini-büyüdüğünü ilan ederken Güney’in küçüldüğünü ilan eden haberler. “Kuzey batmıştır, Güney de batmaya yakındır”, demeyi sol sivil toplum da başaramaz; çünkü bu, Kıbrıs Sorunu ve Türk işgali sürdüğü sürece tapınılacak ve beklenecek bir kurtarıcı olarak Avrupa Birliği’ni kötülemektir. Güney’in ekonomisi üzerine eleştirel yazmak, Brüksel’e ters düşmektir ki bu sol sivil toplumun en çok korktuğu şeydir: Brüksel tarafından terk edilmek!

En trajikomik olan ise, sol sivil toplum ile sağın adımlarının birbirine karıştığı yerdir: Avrupa Parlamentosunun bahçesi… İki kesim de defalarca pankartlarını alarak, o bahçede protestolar gerçekleştirmiştir. Söyledikleri ise ayni şeydir: Biz kendi ülkemizde politik özne olamadık, siz olur musunuz ve bizi oldurur musunuz?

Post-Leninizm ve Statolatry [Devlete Tapınma]

Kıbrıs’ın işgal koşulları siyasi yelpazeyi o kadar daraltmıştır ki Brezilya’daki gibi ya da Yunanistan’daki gibi bir Post-Leninist partinin iktidar şansı yoktur. Buradan bir Post-Leninizm olumlaması çıkarılmasın. TC hükümetlerine koşullar o kadar bağlıdır ki burjuvazinin hizmetindeki Post-Leninistler bile parlamento dışı “marjinal” konumdadırlar. TC’ye olan sadakatini tam olarak ispat edememiş bir parti ancak bir dönem hükümette kalabilir. Hizmetkârlığın soldaki ismi Cumhuriyetçi Türk Partisi bile, 90’ların başından itibaren AB-ABD merkezlerinde geçirdiği “Think-Thank” dönüşümüne rağmen, TC hükümetleri tarafından hep eski “solculuğundan” dolayı kabullenilemedi.

Bu duruma rağmen Post-Leninizm, sol sivil toplumculuğun ön koşuludur. Hatta bu sürecin öncü askerleri, Lenin’in karşısına Gramsci’yi çıkararak, oradan da Laclau ve Mouffe’ya yol bağlayarak hala sol literatürden faydalandıklarını ispat derdindedirler. Birçoğu, Gramsci külliyatının ve birikiminin çarpıtılması olarak ortaya çıkan Avro-komünizmden etkilendi ve zamanında o ekolde yer aldı. Lenin’le Gramsci’yi birbirine zıt pozisyonlara yerleştirerek Devrimci Parti’nin-Enternasyonal’in reddi bu kesim için kutsal olandır. Parti’nin yerini Sivil Toplum Örgütleri’nin alması da bu noktada bir çıkıştır. Daha da sıkışırlarsa, Kıbrıs’ın bir batı toplumu olduğunu, doğudaki gibi sivil toplumun “ilkel ve peltemsi” olmadığını ve mücadelenin işçi sınıfı ile değil, ne olduğunu tanımlayamadıkları muğlak “gelişkin sivil toplum”la sürdürülmesi gerektiğini ilan ederler. Sivil toplum aracılığı ile kurulacak bir hegemonyadan bahsederler; adları sivil toplumcuya çıkmasın ve solculuklarına halel gelmesin diye bunları söylemeye çekinenlerse, “alanlar”dan bahsederler. Toplumun farklı “alanlar”ında bağımsız mücadelelerin yerelcilik-kültür temelinde sürdürülmesi ve “alanlar”da kazanılan “haklar”la toplumun dönüştürülmesinden bahsederler. Sınıf mücadelesi demekten özellikle uzak dururlar, çünkü hegemonyanın, bir sınıfın veya sınıf fraksiyonunun geriye kalanlar üzerinde kurduğu egemenlik olduğunu gizlemek zorundadırlar. Tüm bu fikirlerin temel dayanağı ise Kıbrıs’ta işçi sınıfının olmadığı tezidir. İşçi sınıfı yerini sivil topluma terk eder, Gramsci Lenin’in mezar kazıcısıdır, STÖ’ler de Parti’nin. Sivil toplum örgütü olduklarını reddedenler, “demokratik kitle örgütü” olduklarını söyleyenler de çıkar aralarından; ama zaten biliyoruz ki sendikaların sol sivil toplumculuğun başını çektiği koşullarda devletin yasalarında ne olarak tanımlandıkları değil, politikanın yasalarında nasıl tanımlandıkları belirleyicidir.

Başka ülkelerdeki Post-Leninistler gibi yükselen sınıf mücadelelerinden faydalanır ama “alanlar” diye bahsettikleri sınıf mücadelelerinin birleşmemesi için ellerinden geleni hem sendika bürokrasisinde hem “think-thanklar”da hem de “demokratik kitle örgütünün” sınıfa teğet geçen değirmi sloganlarında yaparlar. Bunu yaparken de en çok sevdikleri deyim şudur: Ezber bozmak! Yatar kalkar solun ezberini bozarlar. Sosyalizm tu kakadır onlar için. Devrimci Parti anti-demokratiktir. Ezber bozarlar ama Stalinizme tek laf etmezler. Parti, Lenin ve Sosyalizm’dir bozdukları ezber.

Sağ sivil toplumculuğun devlet zorlamasıyla sendikalar ve AB karşısında yerini almasının adı da yine Gramsci’dedir: Statolatry, yani “devlete tapınma”. Her fırsatta sivil toplumu şekillendiren çeşitli sağ partilerin “devlet için varız” söyleminden öte, devrimci Marksizm’den öğrendiğimiz “eşitsiz gelişme”nin aldığı bir biçim olarak devletin ekonomik-korporatif ilkellik evresinden kaçınamadığı koşullarda, devleti kuranların bir sınıf veya sınıf fraksiyonu olarak siyasal hegemonyasını sağlamlaştırdığı zeminde sağ sivil toplum metafor olarak “memurdur”: Ve Gramsci’nin tabiri ile “Memurların devlete ve politik topluma yönelik tutumları için geçerlidir” statolatry. Sağ sivil toplumu var eden bu koşullardır.

Biz, Post-Leninistlerin bütün çarpıtmalarına rağmen, Devrimci Marksistler olarak Gramsci’yi Lenin’le ve Lenin’i Trostkiy ile devrim sorunlarına yaklaştıkça birleştiriyoruz.

*Enternasyonalist Dayanışma, Kıbrıs

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Kıbrıs’ın işgalinin 38. Yıldönümü: Egemen blok’ta “Yama” töreni

Aziz Şah - Enternasyonalist Dayanışma

Altı ayı aşkındır süren Lefkoşa Belediyesi krizinden beridir biliyoruz ki Kıbrıs’ın işgal altındaki coğrafyasındaki egemen bloğun en eski aktörü olan Ulusal Birlik Partisi’nde (UBP) bir “iç mücadele” sürüyor. Daha önce Gerçek’in web sayfasında yazdığımız “Organik krizin karşısına Lefkoşa Belediyesi’nin kurduğu barikat” ve “Kıbrıs: bankalar ve tefeciler arasına sıkışmış coğrafya” yazılarında da dile getirdiğimiz bu süreç, beklenen müdahaleyi doğurdu. “Sömürgeci el” ortaya çıktı.

UBP içerisinde süren mücadelenin tarafları TC bankalarının ve yerli ajan sınıfın radikal kesiminin parti içerisindeki temsilcileri. Bankaları, Maliye Bakanı ve Başbakan çevresindeki klik temsil ederken, radikalleşen ajan-burjuvaziyi belediye başkanları ve Cumhurbaşkanı çevresindeki klik temsil ediyor. Burada bir parantez açarak ajan-burjuvazinin Kıbrıs üzerine daha önce yazdığımız yazılarda da belirttiğimiz, bağımsız hareket olanakları olmayan, sömürgedeki burjuvazinin bütününü kapsadığını belirtmek durumundayız. Ajan-burjuvazideki diğer bir vurgu sömürgeci burjuvaziden bağımsız tavır alamamasından kaynaklıdır. Tefeci kesim ise Kıbrıs koşullarında istem dışı olarak radikalleşerek bankalar karşısında kendi çıkarlarını sağlama almak zorunda kalmıştır.

Bu kamplaşma parti içerisinde bir “kurultay ihtiyacı” doğurdu. Daha önce laf ola beri gele “demokratiklik göstergesi” olarak çıkan ikinci adaylar bu kez mücadele sonucunda çıktı. Emperyalizm çağında bankalar karşısında tefeci burjuvazi ne kadar da radikalleşse hiçbir şansı yoktur. Tefeci burjuvazinin yeniden öne çıkması ve radikalleşmesi Kıbrıs’taki eşitsiz gelişmenin bir sonucu. Ama bankaların verdiği mücadele “sermayenin merkezileşmesi” eğiliminden başka bir şey değil. Ajan sınıfın radikalleşmesi ise ekonomik depresyona bağlı gelişti. Hem KKTC’nin yasa dışılığından hem de AB’nin Türk Kıbrıslılar için ayırdığı fonlardan faydalanan bu kesim toplumun direncini kırdığı oranda bankalar karşısında güçlendi. Bu sebepten bankalar ve tefeciler arasındaki eşitsizliğe rağmen parti içerisindeki kesimler yenişemedi: Her zamanki gibi TC yetkililerinin müdahalesi zorunlu bir hal aldı!

Şimdiki UBP başkanı ve başbakan İrsen Küçük karşısına aday çıkan Ahmet Kaşif önce TC elçiliğine çağrılarak tehdit edildi, TC elçisi Halil İbrahim Akça’nın üst üste tehditlerinin fayda etmemesinden sonra, Kıbrıs işlerinden sorumlu devlet bakanı, yani sömürge bakanı Beşir Atalay, Ahmet Kaşif’in adaylıktan çekilmemesi halinde oğluna verilen Vakıflar İdaresi projesini iptal etmekle tehdit etti. Bu durum Kıbrıs’ın yakın tarihindeki son “adaylıktan çekil” müdahalesidir. İlk değil. Daha önce Hakim Zeka Bey, Ahmet Berberoğlu, Dr. Küçük, Derviş Eroğlu çeşitli dönemlerde TC elçiliğine çağrılarak adaylıktan çektirildi. Derviş Eroğlu’nun Denktaş karşısında Cumhurbaşkanlığı adaylığından çektirilmesini “Ergenekon davası”na bağlayan AKP, şimdi de Küçük karşısında benzer baskıyı Kaşif’e* yapıyor. Ne de olsa devlette devamlılık esastır!

Egemen Blok’ta İki Sınıf Fraksiyonunun İç Mücadelesi

Sağın bütün kalemşörleri UBP içerisindeki çatlağa ya da “iç mücadele”ye dair bir şeyler yazdı. Bakanlar kurulu kararı ile 90 gün görevinden uzaklaştırılan Cemal Bulutoğulları’na kâh “mağdur” sempatisi besleyerek, kâh Bulutoğulları’nı yaşanan ekonomik krizin tek “kötü yöneticisi” ilan ederek süreci dillendirdiler. Ama parti içerisinde ortaya çıkan iki klik arasındaki “sınıf mücadelesi”ni dile getirmek bizim işimiz. Ortada belli safların kamplaşması dışında sürecin belirleyici unsuru olabilecek bir “politik iç savaş” Lefkoşa Belediyesi dışında yok. Lefkoşa Belediyesindeki “iç savaş” durumu da Belediye’ye el konarak bitirildi. Kaldı ki aksi zaten düşünülemez. Sömürgeci güç böyle bir duruma asla izin vermez. Politik “iç savaş” Lefkoşa Belediyesi’ndeki sınırlarının dışına çıkmadan söndürüldü. Ama hatırlamakta fayda var: Tefeci sermaye yok olmadığı sürece burjuvazinin iki sınıf fraksiyonu arasında mücadele sürecek.

Bu çatlağın yamanmasından sonra da başbakan Küçük’ün sanki de bütün bu kamplaşmalar olmamış gibi “Cemal Bulutoğulları’nın dönüşü muhteşem olacak! 90 gün tamamlanmadan Başkan geri dönecek…” açıklamasını 20 Temmuz törenlerinden hemen önce yapması ile birlikte başbakanın, belediye başkanları ile toplantı yapması ve kurultay öncesinde “parti ruhu”nu bu toparlama çabası, 20 Temmuz’un hemen öncesinde Beşir Atalay’ın “sömürgeci eli”nin müdahalesinden önceki zaman dilimine denk gelmesi ve Cemal Bulutoğulları’nın kurultayda başbakanı destekleyeceğini açıklaması, karşılıklı restleşmelerin yerini sözde “uzlaşma”nın alması, “sağın içerden gazetesi” olan faşist yayın organı Volkan’ı bile öfkelendirdi. UBP içerisindeki bu “yumuşama” görüntüsünün Volkan’ı öfkelendirmesinin tek bir sebebi olabilir. Bu “yama”nın AKP baskısı ile olması. Bu durum Volkan’a “Tam bir Karagözlük” dedirtti. Yoksa egemen bloğun “parti ruhu”nu yeniden sağlaması neden bir tepkiye sebep olsun! Volkan’ın AKP’ye olan bu mesafesinin Türkiyeli okur için anlaşılması açısından açmak önemli. Volkan, AKP karşısında “Denktaş Cephesi”nin yani askerin gazetesidir.

“Ustası”ndan öğrenen sömürge bürokratı tiyatroyu kapatır!

Nasıl ki Marx, “İnsana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir” der, sanat da insana dair olandır ve krizin faturası belediye tiyatrosuna kesilmek isteniyor. Tiyatrocular ise yönetimin kültür-sanata değer vermediğinden yakınıyor. İşin trajedisi, kimse “anlatılan senin hikâyendir” sözünden bir şey öğrenmemiş, belediye işçisine değer vermeyenin kültüre ve sanata değer vermesini beklemiş. Ulaşımdan eğitime, iletişime, elektriğe, gıdaya bütün sektörlerde “insana dair olan” hiçbir şey bırakmayan sınıf taarruzu tiyatroya dayanmış. Aslında sanatçılar açısından acı olan şudur ki bıçak kendi kemiklerine dayanana kadar beklediler, Lefkoşa Kaymakamı “Sanat kimin umurunda” dediği zaman bıçağın nereye vardığını anladılar. Kıbrıs açısından esas vurgulanması gereken nokta, Kıbrıs’taki bürokratın Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de tiyatrolar üzerine söylediklerinin taklidini yapması, “Ustası”ndan öğrendiğini satmasıdır. Hatta “boynuz kulağı geçer” dedirtmek için çabalamaktadır Lefkoşa Kaymakamı!

Lefkoşa belediye başkanı Bulutoğulları, Lefkoşa kaymakamı Kemal Deniz Dana'yı eleştirdi: “Senin tiyatro ile işin ne? Sen önce çöpleri topla. Ara sokaklarda çöpler duruyor. Herkes bugün doğruları bulacaktır. Yakında geliyorum, herşeyi düzelteceğim. Belediyede olanlar ortadır, belediye ne battı ne çıktı. Belediye sadece ekonomik krizden payını almıştır.” sözü de aslında uzun bir süredir tiyatro inşası projesini hayata geçirmeye çalışan Bulutoğulları’nın Kaymakam’a tepkisidir. Belediyede yaşanan krizin, ekonomik krizin bir parçası olduğunu dile getirmesi de egemen bloğun diğer yöneticilerinden farklı bir konumda olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçek’te daha önce yazdığımız “Kıbrıs: bankalar ve tefeciler arasına sıkışmış coğrafya” yazısında da belirttiğimiz, Lefkoşa Belediyesi’ndeki krizin inşaat sektöründeki iflasa paralel geliştiğinin başka türlü bir söylenişidir.

Kıbrıs’ın işgal altındaki coğrafyasının süreklilik gösteren tek düzenli sanat kurumu olan Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun kapatılması ihtimalinin dile getirilmesi bile TC sömürgeciliğinin Kıbrıslılara dayattığı koşulların vardığı son noktayı gösteriyor. Elektrik, iletişim, eğitim, ulaşım, gıda vb. özelleştirmelerden sonra Belediye Tiyatrosunun, Orkestrasının ve Türk Sanat Müziği Korosu’nun da geleceği sömürgeci burjuvazinin ve onun hizmetkârlarının iki dudağı arasında.

Tayyip, ordunu da, sömürgeci burjuvazini de al git! **


Geçen yıl Tayyip Erdoğan’ın 19 Temmuz’da Kıbrıs’a ayak bastığı gün THY’ye ilkel birikim olan Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın grev çadırı önünde Tayyip’in Kıbrıs’a gelişini protesto eden eylemciler hiç beklemedikleri bir şiddetle karşılaştılar. 2011’in 19 Temmuz’u eylemcilerin baskı altına alınması açısından bir dönüm noktasıydı. Bu bir yılda sınıf taarruzu derinleşti, kendi içerisinde sınıf mücadelesinin yeni eğilimleri ortaya çıktı. Bankalar diktatörlüğü gözle görülür bir hal alırken, belediyeleri bir bir etkisi altına alan borç krizi başkentte altı aya yayılan bir işçi mücadelesine kadar genişledi. Yerli burjuvazi içerisinde radikalleşen bir fraksiyon varlığını sürdürmek için her türlü sermaye birikimi olanağına yöneldi. Yeni özelleştirmeler gündeme gelirken, 2011’in Mart’ında herhangi bir özelleştirme yasası mecliste dahi görüşülürse süresiz genel greve gideceğiz diyen Sendikal Platform’un kayda değer bir karşı sınıf mücadelesi olmadı. Bırakın herhangi bir yasanın mecliste görüşülmesini, genel özelleştirme yasası meclisten geçti. Geçen yılın 19 Temmuz’u “şiddet”i öğrenmek açısından bir ders idiyse de bu yıl gündemin sınıf mücadelesi olması gerekti. Oysa 19 Temmuz’da “biz geçen yıl burada şiddet gördük” anması yapıldı. Halbuki bu yıl belediye işçileri polisle “göze göz, dişe diş, sınıfa karşı sınıf” şiarını yaşayarak barikatlarda çatıştılar, belediyeyi sembolik de olsa işgal ettiler ve belediye başkanını belediyeye sokmamakta ısrarcılar.

Geçen yıl kendi kendini Kıbrıs’ın “ev sahibi” ilan eden Tayyip Erdoğan yerini bu yıl sömürge bakanı Beşir Atalay’a bıraktı. Neo-liberal, müdahaleci, maneviyatçı, ‘et ve tırnak’çı, hamasi, işgalci ve sömürgeci Beşir Atalay’dı bu yıl; Tayyip’in yerine “ev sahibi”. Kıbrıslıların gelecekten en çok korktuğu zamanlarda Kıbrıslılara gelecek kaygınız olmasın diye salık verdi. KKTC’nin ekonomide Güney Kıbrıs’ı geçeceğini iddia etti. KKTC’nin ekonomisini planladı. Üniversite “sektörünü” övdü. Körler sağırlar birbirini ağırlar hesabı konuştu durdu. Da Kıbrıs’a gelmeden, kuru sıkı vaatlerde bulunmadan, kendinden önceki sömürge bakanı Cemil Çiçek’e soraydı, “KKTC’nin batmış olduğunu” öğrenirdi. Beşir Atalay da, Tayyip Erdoğan ve Cemil Çiçek gibi “beslemeler” derdi, “gâvur” derdi, küstâh sömürgeci bir dil kuşanırdı, 10. 000 lira maaş alıyorsunuz diye homurdanırdı! Oysa Atalay, en maneviyatçı pijamalarını giydi ve yatıya geldi Kıbrıs’a…

Sizin yatacak yeriniz yok bayım Kıbrıs’ta. Sömürgeci burjuvazini de ordunu da al git!

*Yazı yazılırken Ahmet Kaşif’in kalp krizi geçirdiği haberini aldık!

** Geçen yılki ziyaret üzerine: http://www.gercekgazetesi.net/index.php/yazlar/uluslararasi/item/705-tayyip-ordunu-da-s%C3%B6m%C3%BCrgeci-burjuvazini-de-al-git

Kıbrıs: Bankalar ve Tefeciler Arasına Sıkışmış Coğrafya

Aziz Şah

Kıbrıs’ta Lefkoşa Türk Belediyesi’nde 6 aydır zaman zaman bütün iş kollarında kesintisiz, zaman zaman da iş yavaşlatma şeklinde başkenti sarsan bir grev sürmekte. Vezneden çöp toplamaya kadar bütün kollarda farklı boyutlarda bir işçi mücadelesinin öne çıktığı ve Lefkoşa’nın toplanmayan çöpleri vesilesi ile koca bir çöplüğe dönüştüğü son zamanlarda işler daha da kızıştı. Bütün kesimler için tek sorumlu Lefkoşa Belediye başkanı Cemal Bulutoğulları ilan edildi. Sürecin gerçek adı olan “borç krizi” hep görmezden gelindi. İki ay önce iki aylık birikmiş maaşlar ödenemeyince işler kızıştı. TC basınına da yansıyan saflaşma ortaya çıktı: Polis ile işçiler çatıştı! Daha sonra maaşlar ödendi. Herkes rahat bir nefes aldı. Sonra yeniden iki aylık maaşlar birikti. Sendikalar da devletin yönetici kesimleri de koca bir borç krizini “maaş”a indirgediği için aslında sürecin sonu ile ilgili kimsenin bir öngörüsü yok. Geçen hafta da belediye başkanı ve meclis üyeleri görevden alındı. Kıbrıs’ta bir ilk yaşandı ve seçilmişler yönetemedikleri için görevden alındılar. Görevden alınmadan hemen önce belediye başkanı 123 kişiyi işten çıkararak kendisini 90 gün süreyle görevden alanların da işini kolaylaştırdı. 123 kişi işten atılınca işçiler belediyeyi işgal etti, ama işlemeyen ve işlevsizleşmiş bir belediyenin işgalinin “sembolik” anlamı bile kalmadı ki, o da bir süre sonra söndü. Sonuç olarak KKTC’nin kuruluşundan sonra ilk kez bir “sivil darbe” ve olağanüstü hal durumu ortaya çıktı: Kaymakamlık şehrin yönetimine el koydu. Belediye Emekçileri Sendikasının ve egemen bloğun yöneticilerinin cevaplaması gereken başka bir soru var: Borç krizi diğer belediyelerde de işçilerle polis arasında barikat kurduğu zaman orada da bir belediye başkanı mı suçlu olacak? Kaldı ki Lefke belediyesinde iş işten çoktan geçti ve maaşlar düzenli ödenemiyor. İşçilerin sigortaları yatmıyor. Esas soru ise şu: Belediyelere borç veren bankaların ve devlet kurumlarının borçları ödenmediği takdirde borç veren kurumlar ve kuruluşlar da iflasa sürüklenmeyecek mi? Sonuç olarak borç krizi maaşa indirgenemeyecek kadar uluslararası depresyona bağlı bir konudur!


Kuzey Kıbrıs’ta siyaset çeşitli zıtlıkların yan yana gelmesi ve kamplaşması sonucu belki de İngiliz sömürge döneminden beridir ilk kez bu kadar çok yönlü olarak sınıfsal ve kurumsal kamplaşma yaşamakta. Bu kamplaşmaya Ankara nasıl müdahale eder, süreç nasıl tamamlanır az çok bellidir. Ne de olsa silahlı-silahsız bütün müdahaleleri 1920’li yıllardan beri yaşadık: Hatta o kadar ki son 100 yıllık tarihin belirleyici unsuru TC müdahaleciliği oldu! Kemalist dönemden AKP dönemine kadar müdahaleciliğin farklılık ve benzerlikleri yakın tarihimizi şekillendirdi. Her halükârda Ankara’nın müdahalesi sonucu, işgal rejiminin egemen bloğundaki yerli aktörler arasındaki mücadele daha sonraki bir zamana savuşturulur ama ortadan kaldırılamaz. Çelişkiler derinleşerek daha sonraki bir dönemde yeniden patlak verir. 90’ların sonunda yaşadığımız ve meclis işgaline dönüşen bankalar krizinin ertelenmiş hali bugün karşımızdadır. O kriz yarım bırakılarak ertelendi ve finans kapital hâlâ “bankalar reformu” bekliyor. 90’ların sonunda halk mağdur edildi, şimdi mağdur edenler mağdur olmuş durumda. Hep asıl sorumlu TC burjuvazisi, Kıbrıslıları mülksüzleştirmeye ve yaşam olanaklarını ortadan kaldırmaya devam etti. Yerli burjuvazi, ajan sınıf olarak varlığını sürdürdü. TC burjuvazisinin ajanlığını yapmak için kendi içinde mücadele etti. Bugün bir tarafta TC bankaları var, diğer tarafta da Kıbrıslılar. Mülksüzleştirenler ve mülksüzleştirilenler…

Lefkoşa Belediyesi’ndeki Politik İç Savaşın Etki Alanı

Bu durumun tamamlayıcısı politik bir iç savaşa dönüşen Lefkoşa Belediyesi’ndeki kriz. Egemen bloğun yerli aktörlerinin, ilk kez bu kadar çok boyutlu ve yerel yönetimlerin neredeyse yarısını kapsayan bir borç krizi karşısındaki çaresizlikleri ve kamplaşmaları da TC bankaları ile yerli tefeciler arasında kalmalarındandır. Borç krizine, bankalara, devlete ve piyasaya olan borçları silerek karşılık vermesi imkânsız olan egemen bloğun yönetici partisi Ulusal Birlik Partisi, burjuvazinin içindeki bu sınıfsal kamplaşmayı partiye de yansıtarak “parti ruhunu” kaybetti ve devlet içinde kurumsal kamplaşma da yaşandı: Başbakanlık Cumhurbaşkanlığa, Kaymakamlık Belediyeye, Bakanlar Kurulu “Anayasa”ya karşı!


Belediyelerde yaşanan sorunlar borç krizinden sistemin organik krizine dönüştü. Durumun bu hali almasındaki etken, iktidar bloğunun yönetici partisi içerisinde süren kamplaşmaydı. Bu kamplaşmayı tetikleyen ve yoğunlaştıran da gölgede süren tefeciler-finans şirketleri ve bankalar mücadelesi idi ki hem belediyelerin borç kriziyle hem de UBP içerisinde büyüyen çatlakla bütünleşmiştir. Kısaca, yerel yönetimler, parti ve sermayenin kendi içinde ve birbirleri arasında süren mücadele TC’nin eli ile de kısa sürede daha sonraki bir zaman dilimine savuşturulacağa benzemiyor. Hürriyet gazetesi belediye başkanının kişiliğinde spekülatifleştirildiği için konuyu haber yapsa da AKP’nin de yapabilecekleri şimdilik sınırlı, ya da geçen hafta işten atılan 123 kişide AKP’nin de baskısı var. İleriki bir zamana ancak belediye başkanını ve meclis üyelerini 90 gün uzaklaştırarak erteleyebildikleri sürecç, Kaymakamlığın olağan üstü hal idaresiyle “sivil darbe” olarak adlandırıldı. Esas mesele olan borç krizini unuttular: borçları ödenmeyen bankalar, devlet kurumları ve piyasa kuruluşları krize girdiği zaman onları da mı “devletleştirecekler”? Altı aydır süren krize altı ay bekleyerek “anayasaya” aykırı müdahale edilmesi, Kıbrıs’ta “anayasacı sol”u hortlattı. İşgal devletinin sahte anayasasında 3 maddenin ihlal edilmiş olması “demokrasi” sorununun hatırlattı. Oysa burada görülmesi gereken başka bir nokta var: Parlamentarizmin tıkanmasından sonra korporatizme geçiş de zorunlu bir hal aldı. Baskı şimdiye kadar olduğu gibi yalnızca işçi sınıfı üzerinde değil, devletin bir kesiminin diğer kesim üzerine uyguladığı bir baskıdır. Kısacası sınıf mücadelesi devlet aygıtının kalbine taşınır.


Ama gene de parti içerisinde bankaların temsilcisi Maliye Bakanı Ersin Tatar’ın da dahil olduğu, başını başbakanın çektiği cephenin kazanacak olması banka sermayesinin gücünden ve arkasındaki TC devletindendir. Buna rağmen yerel yönetimlerdeki borç krizinin aktörleri olan tefecilerin massedilmesi, finans şirketlerinin disipline edilmesi ve bankaların iktidarının yeniden sağlanması sanıldığı kadar kolay olmayacak. Çünkü tefecilerin ve finans şirketlerinin ortaya çıkmasının sebebi de TC sömürgeciliğinin Kıbrıs’ın kuzeyinde kurduğu düzen.


Belediyeler: Düşen Rejimin Kent Mücadeleleri

Altı aydır Lefkoşa Belediyesi’nde süren kriz, savcılık desteği ile bakanlar kurulunda alınan kararla belediye başkanının ve meclis üyelerinin görevden uzaklaştırılması sonucu yeni bir boyut kazandı. Lefkoşa belediyesinden daha kısa bir süredir de Lefke Belediyesi benzer bir durumda. Lefkoşa belediyesi de Lefke belediyesi de UBP’nin yani egemen bloğun en eski bileşeninin belediyesi. Sonuç olarak hükümetin düşmanı olan bir partinin belediyesi değil. Ama bu iki belediyenin iflaslarına göz yumuldu. Lefkoşa belediyesinde iş işten çoktan geçti. Lefke belediyesi için hâlâ önlem alınmıyor. Belediye başkanı yeniden borçlanmaktan çekinmiyor. Parti içi kamplaşmanın esas nedeni, parti meclisi toplantılarında ayyuka çıkan, maliye bakanı çevresindeki klik ile belediye başkanlarının kamplaşması: Banka ve finans temsilcileriyle borçlananların kamplaşması! Lefkoşa belediye başkanı ve maliye bakanının kişiliklerine indirgenen bireysel kavgalar öne çıkarılsa da esas mesele sermayenin nasıl değerlendirileceği, nerede toplanacağı! Kaldı ki belediyelerin tefecilerin eline düştüğü düşünüldüğünde bankaların ve hükümetin temsilcisi ile kutuplaşmaları gayet normal.


İflasın boyutunun bu kadar büyük olmasının diğer bir dinamiği, 2000 sonrasında inşaat sektöründe yaşanan yükseliş döneminde projelendirilen ama ancak inşaat sektörü çökerken hayata geçirilen yatırımlar. Bu yatırımlar için bankalardan ve tefecilerden alınan yüksek faizli krediler, çevredeki yerleşim birimlerinden merkeze yönelen kitlenin istihdamı, şehirleşmesiz bir proleterleşme olarak karşımıza çıkan bu durum Lefkoşa belediyesinin sonu oldu. 2008 sonrası dönemde konut piyasasının uluslar arası depresyona bağlı çöküşü, işgalci rejimin yağmaladığı Rum mallarına verdiği sahte tapuları TC bankalarının ve finans kuruluşlarının tanımaması üzerine kredilerin yükselen faiz oranları müteahhitleri zora soktu. Belediye ise önceden projelendirdiği yatırımları böyle bir dönemde hayata geçirerek tefecilerin eline düştü. Sosyal konutlar, restorasyonlar, çok katlı park yeri gibi inşaat sektörüne ait projelere “borç almadan iş yapılmaz, borç almaktan korkmam” şeklinde yaklaşan Lefkoşa belediye başkanı Cemal Bulutoğulları borca düştü, yetmedi yarım kalan işleri TOKİ ile tamamlamak zorunda kaldı. Tayyip ile açılış yaptı! Yapılan anlaşmalar gizli, borçlanmaların bir kısmı yasadışı olunca hem CTP ve sendika bürokrasisi hem de TC sömürgeciliğine dil uzatmak istemeyen kamuoyu için kendi kendini taşkın tavırlarıyla hedefe çevirdi Bulutoğulları. Böyle bir zamanda devrimci sınıfın dönüşü, Cemal Bulutoğulları’nın istifasının talebinde tıkandı. UBP içerisinde de kamplaşma olduğu için, Bulutoğulları hem partisinin hem de toplumun günah keçisi oldu… Diğer belediyeler de bir bir borç krizi ile iflaslarını ilan ettikleri zaman kaç Cemal Bulutoğulları’nın istifası kapitalist krizi çözer? Hem sendikaların hem yöneticilerin hem de işçilerin talebinin Bulutoğulları’nın istifasında düğümlenmesi “borç krizi”nin daha uzun süreceğinin işaretidir.


Tefecilik-Finans Şirketleri: Sermaye Birikiminin Massedilmesi

Tefeciler ve finans şirketleri TC işgalinin bir sonucu olarak mülksüzleşen Kıbrıslılara dayatılan düzenin çatlaklarından ortaya çıktılar. İşgal sonrası mülklerini güneyde bırakarak kuzeye zorunlu göç ettirilen Kıbrıslılara, işgal rejimi yağmalanan Rum mallarının sahte tapularını dağıttı. Bunu yapan TC devleti idi. Şimdi de TC devletinin bankaları o tapuları tanımıyor… KKTC bankaları ise Rum tapularına daha yüksek faizle kredi veriyor. Sonuç olarak mallarını-mülklerini güneyde bırakan Türk Kıbrıslılar işgal rejiminin sahte tapularıyla bankalardan kredi zorlukları çekince finans şirketlerine ve tefecilere mecbur kaldı. Yalnızca sade vatandaş değil, belediyeler de bu durumla karşı karşıya kalıyor. Belediyenin kendi malı Rum malı olduğu için kredilerin faizleri fahişleşiyor!


Bugün KKTC’deki tefeciler, sömürgeci burjuvazinin ajan sınıfı konumundaki “yerli burjuvazi”nin en gelişkin ve keskin kanadı. İstemeden de olsa TC burjuvazisi ile bankalar vesilesi ile karşı karşıya geliyorlar. Tuhaf bir benzeşmedir ama 100 sene önce Rum tefecileri ENOSİS hareketinin başını, kilise ve eğitim sivil toplumu ile birlikte çektiği dönemde Britanya sömürgeciliği ile kafa kafaya gelmişlerdi. Ama bugünkü ajan sınıfın Rum tefecilerin 100 yıl önceki pozisyonunda olmadıkları kesin. Çünkü Türk işgali sürdüğü sürece, yasadışılığın yarattığı koşullarda uluslararası piyasalara bağlı TC bankalarının göze alamayacağı yatırımlara parayı tefeciler verir, sonra da tefeciler masseder. TC sömürgeciliği altındaki eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak bankalarla birleşik varlıklarını sürdürürler. TC bankalarının ortadan kaldırmaya çalıştığı finans şirketlerinden de farklı olarak kayıt dışı oldukları için aslında görünmezdirler. Belli alanlarda tekelleşen “muteber burjuvalar” olarak kayda geçerler. O kadar “muteberdir” ki bu tefeciler, Kıbrıs’ın “kalkınması ve çözüm” için ayrılmış fonlardan, tefecilikle büyük çiftçilerden elde ettikleri arazilerin üzerine proje ile Avrupa Birliği’nden para alıp yatırım yaparlar!


Bankalar: Üstyapı Baskısı İle Toplumun Disiplin Altına Alınması ve Hegemonyanın Yeniden Sağlanması

Son iki yılda icra davalarıyla ilgili KKTC mahkemelerinde 14 bine yakın mazbata bulunuyor. 66 kişi ise şimdiye kadar hapis yattı ve yatmaktadır. Bankaların yasama ve yargı aracılığıyla hem topluma hem de finans şirketlerine karşı sürdürdüğü mücadele iki yönlü. Yargı ile para tahsil ediyor. Yasama ise “Bankalar Birliği”nin hazırladığı yasaları yapıyor. Üstyapı kurumları altyapı için çalışıyor. Bankalar finans şirketlerini yok etmek için çalışırken, finans şirketleri tefecilik yasaklansın derdinde. Mahkemeler öyle bir işlev üslenmiş ve öyle bir teatral gösteri olmuş ki, dava kaybeden vatandaş mahkemenin çatısına çıkıp intihar ediyor! Son altı ayda neredeyse her hafta birkaç intihar vakasının yaşandığı kuzey Kıbrıs’ta, son bir senede ölümle sonuçlanan intihar sayısı 15. İntiharın ve tecavüzün yaşanmadığı hafta yok. İntiharların sınıfsal sebeplerden olduğunu ilkel birikim olarak THY tarafından el konan KTHY’nin işçisi Tansel Sütlüceli’nin ölümünden sonra algılamaya başladı toplum. 2008 depresyonuna kadar intihar nedir bilmeyen Kıbrıslılar, kendi Hindistan’ının çiftçileriyle tanıştı.


KKTC’de yerli ve TC olmak üzere iki tür kredi veren banka var. “Off shore” bankaların ise çetelesini tutmak da haklarında bilgi edinmek de imkansız. Ne de olsa varlık sebepleri KKTC’nin yasa dışılığı ve kara para aklamak. Aklanan paranın da büyük kısmının TC’ye döndüğünü söylemeye gerek yok. Yukarda da belirttiğimiz gibi, işgalci rejimin dağıttığı sahte tapuları işgalcinin kendi bankaları da tanımadığı için faizler yükseliyor ve tefecilerle finans şirketlerine gün doğuyor. Aynı zamanda Mersin Gümrüğü’nün kapılarını Kıbrıs’ta üretilen gıdalara ve sebzelere kapatan TC devletinin yarattığı bu durum karşısında, büyük kısmı kredi ile üreten çiftçi de iflas etti. Kaybedenler arasında sınıfsal ayrım yapmak zor: Küçük çiftçiden büyüğüne, tefecilik yapmayan üretici sermayeye, küçük burjuvaya (doktor, mühendis, esnaf) ve tabii ki işçilere kadar bütün kesimler hem depresyonun hem de TC sömürgeciliğinin yarattığı koşullar karşısında bankaların ve tefecilerin arasında sıkışmış durumda.


Bundan birkaç yıl önce, Türk ve Rum Kıbrıslıların ortak bir eyleminde birlikte yürüyeceğim Rum Kıbrıslılara pankart için Almanya’da sıkça atılan “bankalar ve tekeller iktidarını yık!” sloganını önermiştim; ne tesadüf ki, o gün bu slogan Kıbrıs koşullarında uygun bulunmadı. Bugün ise o güne inat yaparcasına iki tarafta da bankalar kendi iktidarları için alarm vermiş durumda… “Hegemonya” kavramının içine popülerleştiği oranda o kadar yeni anlam doluştu ki Bolşeviklerin kullandığı şekli unutuldu. Bir sınıfın veya sınıf fraksiyonunun dar sınıf korporatizmine kaçmaksızın, burjuvazi de olsa proleterya da, diğer sınıf ve/ya fraksiyonlarıyla oluşturduğu birliktir aslında hegemonya. Bankalar için sözkonusu olan sermayenin merkezileşmesi sorunu olsa da işçi sınıfı adına politika yapanların sendika bürokrasisinin kronik hastalığı olan dar sınıf korporatizminden kopması zorunluluktur. Çünkü sermaye merkezileşirken proleterya da diğer uca yığılır, dar sınıf korporatizmine karşı çıkmak o yığılanların “sınıf yığınağı”na dönüşmesini sağlamaktan geçer!


UBP: İktidar Bloğunun Çatlağı

Egemen bloğun en eski partisi Ulusal Birlik Partisi içerisinde büyüyen bir çatlak olduğunun herkes farkında. Her dönem parti kurultaylarından önce, liderlik kavgası görülse de “parti ruhu” zedelenmezdi. Bu kez ise durum daha farklı. Liderlik kavgası kurultayla gelmedi. Kamplaşmadan dolayı kurultay ihtiyacı doğdu. Açık açık farklı sermaye fraksiyonları parti içerisinde birbirlerine karşı konumlandılar. Belediyelerle bakanlıklar karşı karşıya geldi, cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık. Bakanlar kurulu, öyle bir yetkisi yokken Lefkoşa belediye başkanını görevden almaya soyunuyor. Seçilmiş bir belediye başkanını görevden alma yetkisi ya da istifaya zorlama yetkisi olmadığı halde aylarca bunu çözümmüş gibi manipüle ediyorlar ve sonunda yapıyorlar. KKTC’nin kuruluşundan sonra ilk kez bir şey “darbe” olarak adlandırılıyor. 4 Temmuz itibarı ile de anayasaya aykırı olarak 90 gün zorunlu izne çıkarılıyor belediye başkanı ve meclis üyeleri. Belediye başkanı ise anayasa mahkemesine başvuracağını ilan ediyor. Durum böyleyken, bu satırların yazarının beklediği bir atılım vardı: AKP’nin yeniden Kıbrıs’ta bir parti kurdurmayı denemesi. Daha önce kurdurdukları partiler tutmadı. Ama müzakerelerde TC dışişlerinin adamı olarak yer alan Kudret Özersay’ın görevinden istifası ve “Toparlanıyoruz Hareketi”nin başına geçmesi bu minvalde okunabilir. Kıbrıs’ın muhalif partilerini ise AKP soğurarak egemen bloğa kattı, kullanabildiği kadar kullandı; şimdi ise en eski egemen blok partisi toplum içerisinde kaybetmek bir yana çatlak genişliyor. Partinin medyadaki yazarlarının dağınıklığı bile durumun vahametinin göstergesi.


Tersinden bir “tarihsel blok” mevcut. Tek istikrar mahkemeler ile bankalar arasında. Sömürgeci TC burjuvazisinin Kıbrıs’taki bankaları, yerli tefecilere ve finans şirketlerine karşı hegemonyasını sağlamlaştırmak derdinde olduğu sürece farklı sermaye fraksiyonlarının bir arada olduğu partinin “ruhu” toparlanamaz. Belediyedeki politik iç savaş, hem UBP’de hem belediye meclisinde hem de işçilerle belediye arasında öyle bir hal almıştır ki bugüne kadar soğrulan ne varsa kusulmuştur! TC burjuvazisinin iç savaşında İslamcı burjuvazinin laik kampın entelektüellerini, fethetmeden ve asimile etmeden önceki kaba kamplaşma gibi bir kamplaşma mevcut. Türkiye’de sol liberaller İslamcı cepheye dahil oldular, Kıbrıs’ta bir UBP’linin CTP’li olması beklenemez bir durum olsa da Cemal Bulutoğulları’nın temsil ettiği cepheyi henüz terk etmemiş olanlar da terk etmek zorunda kalacaklar. Bu fetih-asimilasyon işi UBP içerisinde kalmakla yetinir mi, CTP de nemalanır mı zaman gösterecek. Basında çıkan ve borç krizinin sadece UBP’li belediyelerde yaşandığını ilan eden haberler de kumların yer değiştireceğinin göstergesi.


Egemen blok cephesinde bunca ayrışmanın-kamplaşmanın gönül rahatlığı ile yaşanmasının tek bir sebebi var: Her sektörde süren sınıf taarruzu karşısında herhangi bir mücadelenin ayakları üzerine oturamaması! Bankalar diktatörlüğündeki çatlakların doldurulması için burjuvazinin iç mücadelesinin sertleşmesi olağan. İktidarın yeniden konsolidasyonu bu kez daha sancılı olacak. Küçük burjuvaziyi ve burjuvaziyi tefeciler ve finans şirketleri disiplin altına alırken, bankalar da tefecileri ve finans şirketlerini disiplin altına alma çabasına girmişse, belediyelerin de borçlarının büyük kısmı bankalara ve devlete ise, borçları silebilecek bir iktidar olmadığı sürece bütün belediye başkanları istifa etse de belediye işçilerinin kurduğu barikattan başka çözüm yok.


Üçüncü Cephenin İnşası, Öznesi-Bileşenleri, Teorisi

Üçüncü cephenin bileşenleri olabilecek kesimlerin teorisi o kadar zayıf ki pratiği de imkânsız kılıyor. Belediyelerin durumunun kötü yönetimden, özelleştirmelerin kötü niyetten, UBP’deki çatlağın bireysel kavgalardan, genel toplumsal sorunların ise sadece demografik müdahalelerden kaynaklandığına o kadar inanmışlar ki 90’ların sonunda yaşandığı gibi yükselen sınıf mücadelesi anında, işgal edilen meclisin kürsüsünde yine tefecilerin konuşması içten bile değil.


Maliye bakanı Ersin Tatar, yaptığı açıklamalarda KKTC maliyesini dert edindiği kadar güney Kıbrıs’ın maliyesi ile de ilgilenmektedir. Güney Kıbrıs’ta da aynı Yunanistan gibi halkın sokağa döküleceğini belirtmektedir. Onun korkusu başkadır. Güneydeki hareketin kuzeyi etkilemesi ve kuzeyde yeniden mücadelenin ivme kazanması. Bankaların temsilcisi Tatar’ın korkusu sınıf korkusudur. Güney’in bankalar krizinin ve maliye sorunlarının Hristofyas popülizmi ile çözülemeyeceğini söylemesi ve önlemden kastının işçi sınıfına acilen bedel ödetilmesi KKTC’nin selameti açısından Türk Kıbrıslı bir liberal kanaat önderinin vurgusudur. Siyaseti kurgularken bir liberalin kuzeyle birlikte güneyi de düşünmesi Kıbrıs’taki solun ne kadar önünde olduğunu gösterir. Güneyde derinleşen krizin farkına hâlâ Avrupa Birliği’nden çözüm bekleyen sendikal soldan önce varması ve güneydeki bankalar krizi ile kuzeydeki bankaların sürdürdüğü mücadele iki tarafın egemen bloklarının aslında ne kadar “sınıf kardeşi” olduğunu gösterir. Onlar “bankalar enternasyonaline” giderken, Lefkoşa ve Lefke belediyesindeki mücadele birleşemiyor. Kuzey’de bir bir iflas eden belediyelerde “işçi komitelerine” kadar genişletilebilecek bir perspektif varken, borç krizinin belediye başkanlarının istifasıyla çözüleceğini sanan sendikal bürokrasi ve sol liberalizm siyasetin bütün dehlizlerine yığınak yapmış durumda. Borç krizinin üçüncü belediyesi ne zaman ilan edilecek diye beklerken aslında depresyon zamanlarının belediye başkanları hem toplumda hem partilerinde günah keçisi iken, kimsenin bankaların finans şirketlerine karşı sürdürdüğü mücadele ya da tefecileri palazlandıran koşullar ve her hafta en az bir intiharın olduğu proleterleşen Kıbrıs umurunda olmaz.


Eski bir sömürge bakanı için haklı çıktı demek zorunda kalacağım aklıma gelmezdi. 12 Şubat 2011’de “KKTC batabilir” diyen Cemil Çiçek haklı çıktı. Belki de ilk kez TC’li sömürgeci bir politikacı Kıbrıs konusunda haklı çıktı. Ama batma sebebi konusunda sömürge bakanı haksız. Bir sene önce THY ile batan Kıbrıs Türk Hava Yolları yerine Kuzey Kıbrıs Hava Yolları’nı kuran KKTC hükümetinin 1 senelik uçak şirketi hâlâ naylondansa, THY’si ile Doğa Koleji ve Ülker ile bankaları, kumarhaneleri, otelleri ve Türk Telekom’u ile TC burjuvazisi Kıbrıs’ın bütün birikim olanaklarını kendi kasasına aktarmıştır ve aktarmaktadır. TC’nin kurduğu sömürge rejimi battı; AB’nin yeni dönem başkanı Kıbrıs Cumhuriyeti sarsılacak. Bizim üçüncü cephe adına sormamız gereken iki batık devletten yeni bir Kıbrıs nasıl çıkar?


Hâlâ, iflas etmiş BM parametrelerine ve AB’ye umut bağlayan liberal ve sendikal solun karşısında, Kıbrıs’ta da netleşmeye başlayan tekeller ve bankalar diktatörlüğüne karşı sınıf yığınağı yapmak şart! Yönetici sınıfların yönetemez hale geldiği iki devletten yeni bir Kıbrıs çıkartmak mı yoksa Kıbrıs’ta AB’yi tek çözüm olarak ilan etmeye devam mı etmek! Güney Kıbrıs’ın liberalleri SYRİZA’nın sandıktan birinci parti olarak çıkması ihtimalinden bile korkuyorlardı, bırakın devrimi! Kuzeyde ise sendikal ve liberal sol ne borç krizini görüyor ne de iflas eden Avrupa Birliği’ni. Bu durum aslında kronikleşmiş bir sivil toplum halidir. Borç krizinde kendilerini devletin devamı, AB’nin krizinde ise Brüksel bürokrasisinin parçası olarak gördükleri için depresyonun ekonomik basıncına paralel siyaseten körleşmeyi sürdürüyorlar.

Türkiye’deki baskılar: Şiar Rişvanoğlu ile dayanışmaya!

Devrimci Enternasyonalist Örgüt

// Bir cezaevi bir ülke haline getirilmiştir. Türkiye bir cezaevidir.//

Türkiye’de yaklaşık 12.000 politik mahkum cezaevlerinde bulunmaktadır. Bunlar; sendikacılar, üniversite öğrencileri, Kürt belediye başkanları, milletvekilleri, akademisyenler, avukatlar vb. Bunlara toplumun çeşitli alanlarından olan aktivistlere açılan davalar da eklenebilir. Neredeyse her politik gösteri veya eylem tutuklamalar ile sonlanıyor. Çoğu aktivist hakkında yapılan suçlamaların Türk hukukunda bile hızlı bir şekilde çürütebilecek durumu var iken, mahkemeden beraat kararı alana kadar yaklaşık 2 sene cezaevinde kalıyorlar.

Türkiye’de nasıl bir değişim var?

Türk burjuvazisi 2000 yılındaki ekonomik krizden sonra göreceli bir istikrara ulaştı. Çoğu şirketler yağmalandı ve sonrasında özelleştirildi. Aynı zamanda Anadolu’daki burjuvazi devlet çapındaki gücünü sağlamlaştırdı. Türk ordusunun üstünlüğü de bu arada sona erdi, bu durum tarihsel sınıflar arasındaki güç dengesini yarattı. İstanbul burjuvazisi cumhuriyetin kuruluşundan beri ordu ile uyum halindeydi. Türk devlet mekanizması Ermeni halkının ve Pontus Rum halkının katledilmesininden ve özel mülkiyetlerinin Türk burjuvazisi arasında dağıtılmasından sonra ortaya çıkan zayıf Türk burjuvazisinin çıkarlarını savunuyordu. Askeri mekanizma ve devlet bürokrasisi bu kapitalist sistemi bonapartist bir yöntemle yönetti.

Kürt halkının direnişinin çıkardığı gerçek Türk ordusunun politikası anlamsız ve etkisiz olduğudur. Kürtler „dağ Türkü“ olmamakla beraber, kendilerini asimile etmeye yönelik olan politikaları reddettiler. Türk burjuvazisi Kürtleri eğer „kollektif“ haklar açısından başka talepler gelmediği takdirde „Kürt“ bireyler olarak kabul edeceklerini belirttiler. Türk burjuvazisi her defasında gündeme getirdikleri Musul ve Kerkük’ü işgal edebilmek için askeri gücün yeterli olmadığının farkına vardı. Bu sebepten dolayı Türk burjuvazisi hem özellikle Güney Kürdistan’da(Irak) kendi ekonomik çıkarlarını güçlendirecek hemde böylelikle ayrılıkçı Kürdistanı(Türkiye’deki) baskı altına alabilmek için bir çözüm bulmayı denedi.

Şimdiki iktidar partisi AKP(Adalet ve Kalkınma Partisi) ekonomik başarısızlığın ve askeri fiyaskonun sorumlusu olarak devlet mekanizmasını tuttu. Darbeyi eski devlet ve askeri mekanizmanın korkunç ve sapık fikirleri olarak yargılamayı seçti. Halbuki hem askeri mekanizma hem de AKP Türk burjuvazisinin çıkarlarını değişik yöntemlerle güçlendirmişlerdir. Bundan dolayı şimdiki politikanın bonapartist rejimdeki eski politikadan içerik bakımından farkı yoktur. Cezaevleri dolduruldu, sendikalaşma polis ve yargının yardımıyla engelleniyor, tüm siyasi aktiviteler yakından izleniyor ve cezalandırılıyor. Bu durum o kadar ileri gitti ki, futbol statlarındaki amigoların stadyumlarda topluluğu ifade etmesinden dolayı kaldırılması bile gündemdeydi. Her gün kadın cinayetleri işleniyor. Koca şiddetlerinden dolayı polise sığınan kadınlar çoğunlukla evdeki şiddete geri gönderiliyor. Türkiye’deki LGBT çevresinin yaşadığı sorunlar daha şiddetli ölçüde. Bu çevreden çoğu kişi seks işçiliğini yapmaya zorlanıyor, istismar ediliyor ve barbarca katlediliyorlar. Hakem Halil İbrahim Dinçdağ homoseksüel olduğunu açıklamasından dolayı işini kaybetti ve men edildi hakemlikten. 2009 yılından beridir işsiz durumda kendisi.

Bilimsel eğitim irrasyonel ve dini eğitim ile rekabet edecek konumda değil. Muhalif gazeteciler çabucak işlerinden oluyorlar. Her entellektüel bireyin cezaevi ve mahkemeler ile geçmişi bulunuyor. Türkiye kolonyal bonapartizmden demokratik geçis olmadan kolonyal islami-muhafazakar rejime geçiş yapmıştır. Türk burjuvazisi, Türkiye’deki insanların temel haklarını (LGBT ve kadınların yaşam hakları, fikir ve örgütlenme özgürlüğü) sağlayacak durumda değil. Bu haklar işçi sınıfı uğrunda mücadele ettiği takdirde kazanılacaktır. Bunu sadece işçi sınıfı başarabilir, çünkü o zaman nesnel çıkarları mülkiyet durumunun aşılmasında yararlı olabilir, ancak işçi sınıfının temel hakları garanti altına alındığı zaman. Örneğin; bir grevi organize edebilmek için bir yandan örgütlenme özgürlüğü için mücadele edilmeli, öte yandan grevciler arasında ayrımcılık söz konusu dahi olmamalı. Bu Türkiye’deki işçi sınıfının birliğini mümkün kılacak tek şanstır.

Bu tutuklamalar ve uzun hapis cezaları ne anlama geliyor?

AKP kendi politikasına yönelen bütün eleştirileri önlemektedir. Buna rağmen Türkiye’de sert bir ayaklanma var. 2012 1 Mayıs’ında Taksim Meydanında yarım milyon insan vardı. Kürt bölgelerinde öldürülme tehlikesine rağmen on binlerce eylemci sokakta. Hükümete karşı gerçek muhalefet bugün sadece sokakta mümkün.

BDP militanlarına karşı KCK adı altında geniş kapsamlı bir dava sürmekte. BDP’nin 5000’in üzerinde militanı bu davadan dolayı tutsaktır. Bunun yanında KESK davasında da birçok sendikacı mahkumdur.

Aynı zamanda Devrimci İşçi Partisi sözcüsü ve avukat Şiar Rişvanoğlu da bu baskıdan nasibini aldı. Rişvanoğlu Adana’da sol seçim bloğundan milletvekili ve belediye başkan adayıydı. Oyları geçen seçime oranla neredeyse iki kat artırdı. “Fikir gerillası” olarak anılan İsmail Beşikçi gibi bir çok entellektüelin ve militanın da davalarda savunuculuğunu yaptı. Şiar Rişvanoğlu’na karşı aynı anda üç dava sürüyor. Şimdilik bir davanın yargısı sonuçlanmış durumda: Roj TV’de katıldığı bir programda söylediklerinden dolayı 2 yıl 4 ay 3 gün ile cezalandırıldı. Böylece Türk devleti, sol ile Kürtlerin seçin bloğunun öcünü almakta. Türkiye’de birçok militanın karşı karşıya kaldığı PKK propagandası yapmakla suçlanmaktadır.

Türkiye’de ve diğer ülkelerde Şiar Rişvanoğlu ve diğer politik mahkumlarla dayanışmak bir gerekliliktir. Türkiye’de ve Kürdistan’da işçi sınıfı bu tutuklama dalgasını ancak uluslar arası ölçekte durdurabilir. Bunun için ilk adım Türkiye’deki bütün politik mahkumların kurtuluşu için gruplara ve bireylere bu mücadelede hareket edecek bir komite çağrısıdır.

*Almanya’da Devrimci Enternasyonalist Örgüt adı altında faaliyet yürüten yapının web sayfasında Almanca olarak yayınlandı: www.klassegegenklasse.org

Kimse enternasyonalizmi yargılayamaz, enternasyonalizm sömürgeciliği ve şovenizmi yargılar!

Önce planlanan Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı için mücadele eden ve bununla birlikte işçi sınıfı hareketiyle Kürt siyasal hareketinin birliğini savunan kim varsa zindanlara doldurmaktı. KCK ve diğer bütün davalar bunun içindi. Dışarıda mücadele edecek kimse kalmasın diye. Sonra da avukatları topladılar. Bu kez de içerdekileri savunacak kimse kalmasın diye devletin üstyapı kurumları hukukçuları zindana attı. Şimdi de başta İsmail Beşikçi olmak üzere yargılanan bütün “fikir gerillaları”nın avukatı Şiar Rişvanoğlu, enternasyonalist bir Marksist olduğu için cezalandırılmak isteniyor. Şiar yoldaşın daha yargılanmanın en başında dile getirdiği: “Kimse benim Marksistliğimden hesap soramaz!” sözünün dönüp dolaşıp yargılandığı bir yerdeyiz.



KCK davası ve KESK operasyonları gibi Şiar Rişvanoğlu davası da Kürt hareketi ile sınıf hareketinin kopartılmasından başka bir şey değil. Çünkü Şiar yoldaşın gerek Adana’dan milletvekili adaylığı, gerekse belediye başkanı adaylığındaki anlam Kürt Serhildanı ile 15-16 Haziran ayaklanmasının birleşmesidir. Burjuvazi bu sebepten ürkmüştür.

Bizler Kıbrıs kökenli bir yapı olarak, önceden TC sömürgeciliğine karşı Kürt halkını savunduğu yazılarından tanıdığımız Şiar yoldaşı, bu yıl 4 Mart’ta Ankara’da gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs-Kürdistan Kongresi’nde sol liberalizme karşı Marksizmi savunduğu konuşmasıyla daha yakından tanıdık. Şiar Rişvanoğlu, sömürgecilik karşısında Kürtlerden sonra Kıbrıslıların da avukatı oldu…

Bizler Kıbrıs’taki ve Türkiye’deki tüm mücadelelerin birliğini savunurken Şiar yoldaş için uluslararası çapta verilecek bir mücadelede çalışmaya hazır olduğumuzu hem Kürt hareketi ile işçi sınıfına hem de sömürgeci TC devletine bildiririz!

Enternasyonalist Dayanışma (Kıbrıs)