Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]

Bundan sonra "Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]" ismi ile http://uluslararasisinifmucadelesi.blogspot.de/ sayfasındayız.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Bandista enternasyonal dayanışma için yeniden aramızda olacak!

"Bandista ile Yeniçağ gazetesinin yaptığı bu röportajı, Kıbrıs'ta devam eden sol içi tartışmalara enternasyonalist bir perspektiften açıklama getirdiği için yayınlıyoruz"





Anti-Militarist Barış Harekâtı 14 Ağustos’taki bu yıl da üçüncü kez gene Selimiye Meydanında düzenleyecek… Geçen iki etkinlikte olduğu gibi bu yıl da adamıza gelecek Bandista ile yaptığımız röportaj şöyle:


Kıbrıs meselesini konu alan şarkılar söyluyorsunuz. Türkiye’de ve bulunduğunuz diğer coğrafyalarda adanın hikayelerine ve meseleye yaklaşımlar hakkında neler gözlemlersiniz?

Konserlerimizde hikaye etmeyi seviyor ve önemsiyoruz. Türkçe konuşulmayan yerlerdeki konserlerimizdeyse bunu İngilizce yapmaya çalışıyoruz. Pek çok konserimizin ardından katılımcı dostlarımızla ettiğimiz sohbetlerde yahut aldığımız maillerde, Kıbrıs hakkında anlattıklarımıza şaşıran, dahasını merak eden ve sorular soranlarla sıklıkla karşılaşıyoruz. Doğrusu Kıbrıs meselesi, değil diğer ülkelerde, kendisini Kıbrıs’ın anası ilan eden Türkiye’de dahi üzerine gereğince düşünülmemiş, yeterince hakkı verilmemiş bir mesele. Pek çok insan durumlardan bihaber ve maalesef adanın kuzeyini Türkiye’nin bir vilayeti sanıyor.


14 Ağustosta Selimiye/Ayasofya Meydanı’nda düzenlenecek Dikkat Askersiz Bölge konserinin üçüncüsünde yine Kıbrıs’ta olacaksınız. Durumlar?

Dikkat Askersiz Bölge, Kıbrıs’ta bugüne dek yaşanan militarist, baskıcı, sömürgeci idareye karşı çoğunluğu işgal koşullarına doğmuş ada gençlerinin verdiği ilk örgütlü ve kitlesel yanıt olması nedeniyle çok kıymetli. Bu sözü muhtelif miting ve eylemlere paralel olarak 2010’da kitlesel bir eylem-konser-buluşmayla çoğaltan bağımsız yahut örgütlü pek çok kardeşimiz bizi davet ettiğinde duyduğumuz heyecanı tarif etmesi zor. Hatta eylemin çağrı metnini, yani hususa dair bizzat adadan söylenen sözü merkezine alan üç şarkılık bir kısaçalar da yayınlayarak o günü tayfa tarihimize de not ettik.

Geniş bir dayanışma ağıyla sistematik olarak çalışan yereldeki barışçı kardeşlerimiz Ayşe’nin evine dönmesi çağrısını üçüncü senedir ısrarla sürdürerek bu eylemceyi gelenekselleştirerek 14 Ağustos’un, adanın ve adalıların tarihinde bir onur değil bir utanç günü olarak kayda geçilmesini sağladılar.

Evet Türkiye’de yaşıyoruz ama bizim burada bulunuşumuz kolonyalist değil enternasyonalist sebeplerledir. Dayanışma olmadan hiç birimiz için özgürlük olmayacak. Bizi görmek istedikleri mazlum pozisyonuna inat, o aksam yine çok eğleneceğiz.


Bu yıl, aynı gün, ayni vakitlerde ikinci bir organizasyon yapılıyor. Bu hususta ne dersiniz?

Bunu bir zenginlik olarak kabul ediyoruz. Bunun yine 2010’da gelişen inisiyatifin başarısı olduğu kanaatindeyiz. Az evvel de belirttiğimiz gibi, sonuçta artık 14 Ağustos sadece faşistlerin kutladığı bir gün değil, esas olarak alttakilerin, devrimcilerin militarist dünya sisteminin başımıza ördüğü çorapları ifşa etme günü olarak meşrulaşmıştır. Keşke adanın demilitarize olmasına dair sözler ve bu sözlerin edildiği zeminler daha da çoğalsa.


Ancak bu ikinci organizasyonun ortaya çıkışıyla birlikte Antimilitarist Barış Harekatı’nın bu sene ikiye bölündüğü izlenimi ve bunun sizin maddi talepleriniz nedeniyle gerçekleştiği söylentileri var. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Haşa! Bu durumun bizimle en ufak bir ilgisi olamaz. Bir müzik kolektifi bir halk hareketini nasıl belirleyebilir? Bizce kolektif sadece hareketin bir parçasıdır ve onun tarafından belirlenir, onunla birlikte öğrenir ve öğretir.

Öncelikle bizim hiç bir zaman, hiç bir suretle eylemlerden bir maddi talebimiz olmadı. Ancak ne mutlu ki eylemi örgütleyen inisiyatif eylem bütçesinden arttırdıkları bir miktarı, bu sefer de tayfamıza dayanışma göstermek ve emeğimizi görünür kılmak için aktardı. Bu para konser karşılığında ödenmiş bir ücret değil, hayatlarımızın ve dolayısıyla çalışmalarımızın yürümesi için bir dayanışma katkısıydı. Bunun teklif edildiğini duymak bile emeğinin sıklıkla ve kolaylıkla görmezden gelindiği tayfamız için her şeyden evvel çok hoştu ve emeğe hakikat muamelesi yaptığı için gayet devrimci bir öneriydi. Burjuva değiliz. Ortada hakkımız olarak tarif edilen bir değer varsa bunu savunuruz. Hatta bu hassasiyeti her emekçi için savunuyoruz ve her emekçiyi bunu savunmak üzere örgütlenmeye davet ediyoruz.


Peki neden böyle bir beyan ve algı mevcut?

Bilemeyiz. Geçen Mayıs ayında iki konser için adaya geldiğimizde ayrışmaya giden arkadaşlar da dahil olmak üzere organizasyonun tüm bileşenlerinin bulunduğu geniş katılımlı bir toplantı yürüttük ve tavrımızı, yani dayanışma konserlerinde herhangi bir maddi talebimizin olmadığını orada da apaçık beyan ettik. Ancak sonrasında biz de üzülerek takip ettik ki ayrılarak başka bir etkinlik düzenleyen kardeşlerin kendilerini meşrulaştırma argümanları pozisyonumuzu gayet iyi bilmelerine rağmen bizim üzerimizden oldu. Bütün süreç boyunca maalesef ki gerek sosyal medyada gerek politik bildirilerde hakkımızda “yerli olmayan sanatçılar”, “parayla eylem yapanlar” gibi ayrımcı ve haksız açıklamalar rahatça ve düşüncesizce sarf edildi .

Tam bu noktada açıkça belirtmeliyiz ki bANDiSTA’nın bu sene de eyleme katılmak için herhangi bir maddi talebi olmamıştır. Diğer yandan paranın var olmadığı, kapitalizmi aşmış ütopik bir dünyada yaşamıyoruz. Bizim için devrimci olan, hayallerimizi kimi fantazmalara değil yaşadığımız hakikate hakikat muamelesi yaparak savunmaktır.

Ancak ayrışma tartışmalarının altı politik olarak boş olunca bu zemin sanki bizim üzerimizden yürütülen bir spekülasyonla doldurulmaya çalışılmış, yazık. Ayrılan kardeşlerimizden “Anti-militarizm apolitiktir, biz bağımsızlık yanlısıyız” falan gibi bir argüman duysaydık bunu politik bir pozisyon olarak anlardık ve bu sahici bir ayrışma olurdu ama bu tür bir politik ayrışmanın en azından tartışmalarda beyanını biz duymadık. Ne tür alt gerekçeleri vardır, artık onu da biz bilmeyelim.


Yani iki etkinlik arasında sizce hiçbir politik farklılık yok mudur?

Kastımız bu değil, ortaya konulan ayrılma argümanını apolitik, maddi olarak yanlış ve dedikodu düzeyinde bulduğumuzdur. Günün sonunda herkes “asker dışarı” diyor ama süreç içinde pek sözü edilmeyen pratik birkaç politik ayrışma da gözlemledik. Bu gözlemlerimizin birincisi içeriğe dairdir, ikincisi yönteme.

Öncelikle, liberal hegemonya tarafından dayatılan verili kavramlarla değil, tabandan üretilen karşı-hegemonik fikirlerle yapılan bir siyasetin devrimciliğine inanıyoruz. Mesela bağımsızlık-bağımlılık gibi burjuva demokratik vurgular ilgimizi çekmiyor. Doğrudan sınırların ve sınıfların kalkmasını istiyoruz. Ulus-devlet fikrine ve onun tarif ettiği sınırlara inanmıyoruz, dolayısıyla bu kabul etrafında üretilen kavramlarla söylenen bir sözün arkasında saf tutmamız da beklenemez. Bir dönem kutuplu dünya mevcutken üçüncü dünya savunusuyla önemsenen ve Cezayir direnişinin yahut Türkiye 68’inin mottosu olarak anımsanabilecek “bağımsızlık” talebi, ulusalcılığın reddiyle birlikte uzun suredir geçerliliğini yitirmiştir. Bağımlılık-bağımsızlık, ucu ulusalcılığa, sınıf vurgusunun yitirilmesine ve askeri çekişmeye varabilecek tehlikeli bir propaganda zemini; ki Türkiye’de mesela ‘Tam Bağımsız Türkiye” sloganıyla siyaset örgütleyen yapılar, Kıbrıs’a dair en şahin pozisyonda da yer alabiliyorlar.

Diğer yandan, yönteme dair gözlemlediğimiz ayrışmalarsa politik olduğu iddiasındaki sözün sunumuna dairdir. Bir sözü kimin söylediği, söylenen sözden önemli olamaz. Kültür endüstrisinin pompaladığı star sistemini reddediyoruz. Dolayısıyla ismimizin yapılan politik işin önüne konulması hoşumuza gitmezdi. Bu politik propagandanın değil, PR sisteminin, reklamcılığın, yani kapitalizmin pazarlama çabasının dilidir. Yani Kıbrıslı herhangi bir gencin söylediği söz, Türkiyeli falanca entelektüelin yahut oyuncunun söylediğinden daha değersiz değildir. Dikkat Askersiz Bölge eylemine gelenlerin öncelikle bANDiSTA dinlemek isteyenler değil, demilitarizasyon talep edenler olduğunu biliyoruz.


14 Ağustos buluşması evveli söylemek istedikleriniz nelerdir?

14 Ağustos Kıbrıs’ta hüküm süren otoriter sömürge rejimine karşı sembolik bir gündür. Militarizm, rekabetçilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilik başta olmak üzere her türlü ayrımcılıkla beslenen bu rejimden acı duyan herkesi karşı tepkilerini ifade etmek üzere eyleme davet ediyoruz.


7 Ağustos 2012 Salı

Sol ve sağ sivil toplumculuk: Kıbrıs’ta yenilgi ideolojileri

Aziz Şah

Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan sol sivil toplumculuk da, sol sivil toplumculuğa reaksiyon olarak gelişen sağ sivil toplumculuk da “sınıf mücadelesinin reddine” dayalı yenilgi ideolojileridir. İki yenilgi ideolojisi arasına sıkışmış bir topluma devrimci Marksizm’den başka yol gösterecek reaksiyoner olmayan bilimsel bir yöntem yoktur. Sol ve sağ sivil toplumculuk aslında sermaye biriktirmenin “masum” olarak “toplumsal projeler” ile sunulmasıdırlar. Yenilgiden beslenen sınıf taarruzudurlar… Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB dönem başkanı olması ile birlikte bu iki kesim arasındaki sivil toplum savaşları da yoğunlaştı. Sol sivil toplumun Avrupa parlamentosunda konuşma sevdasından sonra sağ sivil toplum da parlamentoda konuşmak olmasa da parlamento bahçesinde protesto yolu ile sol sivil toplumun izindedir.

Sol sivil toplumculuk (sol liberalizm olarak da okunabilir), sendikal örgütlerde yoğunlaşsa da hem politika dışı kültürel yapılarda hem de sosyal demokrat yelpazede mevzilenmiş durumda. Sağ sivil toplumculuk ise devlet destekli yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum böyle olmasına karşın sol sivil toplumculuğun, hem özelde belediyelerde yaşanan borç krizi hem de genel olarak ekonomik kriz karşısında “kör nokta”da durmadaki ısrarı, kendilerini politik toplumun yani devletin devamı olarak var etmelerindendir. Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu durum karşısında takındıkları tavır ise Avrupa merkezci ideoloji ile birlikte, kendilerini sağ sivil toplum ve Kıbrıs’taki işgal rejimi karşısında konumlandırmak amacıyla ellerindeki tek koz sandıkları Brüksel “desteği”ni var etme yönelimidir.

Aslında Kıbrıs’taki sol sivil toplum da biliyor ki AB’ye olan aşkları tek taraflıdır.

Sivil Toplum Savaşlarının Sınırları

STÖ’cülük (Sivil Toplum Örgütü) ya da Projecilik, bundan birkaç yıl önceye oranla niceliksel anlamda düşüş eğilimi gösterse de nitelik olarak sermaye birikiminin bir biçimi halini aldı. Sivil toplumculuk ise akademik ezbere dayalı yazılan politika teorisi kitaplarının aksine “hükümet dışı örgütler” olmak bir yana, “hükümet içi”, hatta “devletin devamı” oldukları oranda sivil toplum alanına hükmettiler.

STÖ’cülük ya da Projecilik, Kıbrıs’ta bir dönem o kadar prim yaptı ki, kısa sürede AB’den fon almak için kurulan gerçek ve sahte STÖ’lerin listesinin yayınlandığı 2 cilt kitap mevcut. 2 Cildi dolduracak kadar STÖ kuruldu, örgütlenme alışkanlığı olmayan bir toplumda. Şimdi ise daha çok üretici sermayenin ve tefeci sermayenin yöneldiği bir alana dönüştü. “Lale Sevenler Derneği” yerini tefecilere bıraktı.

Böyle bir ortamda sivil toplum savaşları önce projeler üzerinden fon için yaşandı. “Yeni Zenginler” yaratıldı. STÖ’ler kurulmadan önce ise 90’ların başında süreç “think thank”larda öncü sivil toplumcuların, yani sol liberallerin yetiştirilmesi ile başladı. Hem eski Stalinistler liberal cepheye kazandırıldı, hem de yeni bir politik alan oluşturuldu.

Sağ sivil toplum ise, eski Stalinistlerin liberalleştirilmesinden ortaya çıkan sol sivil toplumdan farklı olarak egemen bloğun zorlaması sonucu sendikalar karşısında devlet tapınmacılığı [Statolatry] için ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB dönem başkanlığını protesto etmek ve kınamak için hortlatıldı. Sağ sivil toplumun çeşitli bileşenlerinin arasında, sol sivil toplumun “umut beslediği” ve talepkâr yaklaştığı sanayi ve ticaret odası gibi kurumların olması da şaşırtıcı değil. Bu yüzden iki kesimin konuşmaları birbirine karışıyor.

Sağ sivil toplumun, sol sivil toplumdan kopmakta en başarılı olduğu alan ise medya: Kıbrıs Cumhuriyeti karşısında tek kalemden çıkmışçasına yazılan haberler ve yorumlar. En önemlisi ise KKTC’deki ekonomik sorunları görmezden gelirken, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki ekonomik paketleri manşetten giren, Kuzey’in geliştiğini-büyüdüğünü ilan ederken Güney’in küçüldüğünü ilan eden haberler. “Kuzey batmıştır, Güney de batmaya yakındır”, demeyi sol sivil toplum da başaramaz; çünkü bu, Kıbrıs Sorunu ve Türk işgali sürdüğü sürece tapınılacak ve beklenecek bir kurtarıcı olarak Avrupa Birliği’ni kötülemektir. Güney’in ekonomisi üzerine eleştirel yazmak, Brüksel’e ters düşmektir ki bu sol sivil toplumun en çok korktuğu şeydir: Brüksel tarafından terk edilmek!

En trajikomik olan ise, sol sivil toplum ile sağın adımlarının birbirine karıştığı yerdir: Avrupa Parlamentosunun bahçesi… İki kesim de defalarca pankartlarını alarak, o bahçede protestolar gerçekleştirmiştir. Söyledikleri ise ayni şeydir: Biz kendi ülkemizde politik özne olamadık, siz olur musunuz ve bizi oldurur musunuz?

Post-Leninizm ve Statolatry [Devlete Tapınma]

Kıbrıs’ın işgal koşulları siyasi yelpazeyi o kadar daraltmıştır ki Brezilya’daki gibi ya da Yunanistan’daki gibi bir Post-Leninist partinin iktidar şansı yoktur. Buradan bir Post-Leninizm olumlaması çıkarılmasın. TC hükümetlerine koşullar o kadar bağlıdır ki burjuvazinin hizmetindeki Post-Leninistler bile parlamento dışı “marjinal” konumdadırlar. TC’ye olan sadakatini tam olarak ispat edememiş bir parti ancak bir dönem hükümette kalabilir. Hizmetkârlığın soldaki ismi Cumhuriyetçi Türk Partisi bile, 90’ların başından itibaren AB-ABD merkezlerinde geçirdiği “Think-Thank” dönüşümüne rağmen, TC hükümetleri tarafından hep eski “solculuğundan” dolayı kabullenilemedi.

Bu duruma rağmen Post-Leninizm, sol sivil toplumculuğun ön koşuludur. Hatta bu sürecin öncü askerleri, Lenin’in karşısına Gramsci’yi çıkararak, oradan da Laclau ve Mouffe’ya yol bağlayarak hala sol literatürden faydalandıklarını ispat derdindedirler. Birçoğu, Gramsci külliyatının ve birikiminin çarpıtılması olarak ortaya çıkan Avro-komünizmden etkilendi ve zamanında o ekolde yer aldı. Lenin’le Gramsci’yi birbirine zıt pozisyonlara yerleştirerek Devrimci Parti’nin-Enternasyonal’in reddi bu kesim için kutsal olandır. Parti’nin yerini Sivil Toplum Örgütleri’nin alması da bu noktada bir çıkıştır. Daha da sıkışırlarsa, Kıbrıs’ın bir batı toplumu olduğunu, doğudaki gibi sivil toplumun “ilkel ve peltemsi” olmadığını ve mücadelenin işçi sınıfı ile değil, ne olduğunu tanımlayamadıkları muğlak “gelişkin sivil toplum”la sürdürülmesi gerektiğini ilan ederler. Sivil toplum aracılığı ile kurulacak bir hegemonyadan bahsederler; adları sivil toplumcuya çıkmasın ve solculuklarına halel gelmesin diye bunları söylemeye çekinenlerse, “alanlar”dan bahsederler. Toplumun farklı “alanlar”ında bağımsız mücadelelerin yerelcilik-kültür temelinde sürdürülmesi ve “alanlar”da kazanılan “haklar”la toplumun dönüştürülmesinden bahsederler. Sınıf mücadelesi demekten özellikle uzak dururlar, çünkü hegemonyanın, bir sınıfın veya sınıf fraksiyonunun geriye kalanlar üzerinde kurduğu egemenlik olduğunu gizlemek zorundadırlar. Tüm bu fikirlerin temel dayanağı ise Kıbrıs’ta işçi sınıfının olmadığı tezidir. İşçi sınıfı yerini sivil topluma terk eder, Gramsci Lenin’in mezar kazıcısıdır, STÖ’ler de Parti’nin. Sivil toplum örgütü olduklarını reddedenler, “demokratik kitle örgütü” olduklarını söyleyenler de çıkar aralarından; ama zaten biliyoruz ki sendikaların sol sivil toplumculuğun başını çektiği koşullarda devletin yasalarında ne olarak tanımlandıkları değil, politikanın yasalarında nasıl tanımlandıkları belirleyicidir.

Başka ülkelerdeki Post-Leninistler gibi yükselen sınıf mücadelelerinden faydalanır ama “alanlar” diye bahsettikleri sınıf mücadelelerinin birleşmemesi için ellerinden geleni hem sendika bürokrasisinde hem “think-thanklar”da hem de “demokratik kitle örgütünün” sınıfa teğet geçen değirmi sloganlarında yaparlar. Bunu yaparken de en çok sevdikleri deyim şudur: Ezber bozmak! Yatar kalkar solun ezberini bozarlar. Sosyalizm tu kakadır onlar için. Devrimci Parti anti-demokratiktir. Ezber bozarlar ama Stalinizme tek laf etmezler. Parti, Lenin ve Sosyalizm’dir bozdukları ezber.

Sağ sivil toplumculuğun devlet zorlamasıyla sendikalar ve AB karşısında yerini almasının adı da yine Gramsci’dedir: Statolatry, yani “devlete tapınma”. Her fırsatta sivil toplumu şekillendiren çeşitli sağ partilerin “devlet için varız” söyleminden öte, devrimci Marksizm’den öğrendiğimiz “eşitsiz gelişme”nin aldığı bir biçim olarak devletin ekonomik-korporatif ilkellik evresinden kaçınamadığı koşullarda, devleti kuranların bir sınıf veya sınıf fraksiyonu olarak siyasal hegemonyasını sağlamlaştırdığı zeminde sağ sivil toplum metafor olarak “memurdur”: Ve Gramsci’nin tabiri ile “Memurların devlete ve politik topluma yönelik tutumları için geçerlidir” statolatry. Sağ sivil toplumu var eden bu koşullardır.

Biz, Post-Leninistlerin bütün çarpıtmalarına rağmen, Devrimci Marksistler olarak Gramsci’yi Lenin’le ve Lenin’i Trostkiy ile devrim sorunlarına yaklaştıkça birleştiriyoruz.

*Enternasyonalist Dayanışma, Kıbrıs