Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]

Bundan sonra "Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]" ismi ile http://uluslararasisinifmucadelesi.blogspot.de/ sayfasındayız.

30 Eylül 2011 Cuma

Devrimci kamuoyuna

Entelektüel vicdanımız ve devrimci direnişin sembolü İsmail Beşikçi adına 19.9.2011 tarihinde düzenlediğimiz "İsmail Beşikçi ve Türkiye’de İfade Özgürlüğü" başlıklı konferans son yılların en geniş katılımı ve devrimci coşku ile miting atmosferinde gerçekleştirilmiş, devrimciler 10 saati aşkın İsmail Beşikçi’nin yanında direnmişlerdir.

Ancak bu devrimci eyleme karşı ODA TV kaynaklı ve Ahmet Kaplan imzalı çamur atma kampanyası başlatılmış SENDİKA.ORG tarafından web sahifesinde de yer verilerek bu kampanyaya çanak tutulmuştur. Ayrıca fısıltı gazeteleri de işbaşı yapmış dedikodu üretmektedirler.

Sanal ortamda "çamur at izi kalır" kolaycılığı "modern zamanlar"daki postmodern bir pespayelik olduğunun altını defalarca çizerek; "solculuk" ve "devrimcilik" bu kadar kolay mı diye sormadan edemiyoruz.Yapılanlar tek kelimeyle: AYIPTIR!

Ahmet Kaplan ve diğer iddia sahiplerini istedikleri yerde ve zamanda kitleler önünde açık tartışmaya çağırarak iddia sahiplerini iddialarına içkin kanıtları ne ise ortaya koymaya davet ediyoruz. Sorunun muhatapları ve Ahmet Kaplan davetimize belgeleriyle birlikte icabet etmediği takdirde, attığı çamuruyla başbaşa kalmış olacağını devrimci kamuoyuna saygı ile duyururuz.


Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi Adına
Sait Çetinoğlu


Not:konuya yabancı olanlar için yazının linkini aşağıda veriyoruz

"İsmail Beşikçi ve Türkiye'de ifade özgürlüğü" sempozyumu ve CIA kuruluşları -Ahmet Kaplan

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=39732&ref=halkevleri

bir günlüğüne ‘ev kadını’ olmak erkeklere dünya ekonomisini anlatır, desem...

Aziz Şah


“Konuşmaların en önemlisi kendi kendimize olanıdır. Ama bunu çoğu zaman ihmal ederiz.”

Oxenstiern.

faize özdemirciler’in güzel feminizan hatırına...

Nasıl ki dışarılıların ahkam kesmesi içerilileri kelimenin zarif anlamıyla pek içlendirirse, gerçek anlamıyla da öfkelendirirse, sömürgeci ve sömürgeleştirilenin karşılaşmaları ne kadar sert olursa, ya da şahsen ben bir beyaz adamın, “çok enteresan bir coğrafyanız var” sözüne öfkelenirsem; “benim hayatım senin sirk maymunun değildir, seni enterese etmez” dersem... ya da oryantalist bir söylemin altındakinin başını küçükken ezme isteği kafatasımı çatlatırsa... en ucuzundan ‘besleme’ sözüne en asalak Kıbrıslı’nın bile öfkelenme hakkı varsa: erkeklerin feminizm mevzuunda konuşması da işte öyle bir durumdur. Bağımsız alanlar olsun, işçilerin bağımsız alanları, kadınların özerk alanları, üniversiteli-liseli gençliğin kendine ait mekânları olsun, hepsini kendinize bağlamayın bre ilhakçı, iltihakçı zihinler...

Fazla teorik konuşmayacağım. Erkeğin üretkenliğinin ön koşulu kadının emeğidir. Yorgun-argın, aç ve uykusuz eve geldiğim bu Cuma akşamında, eğer annem önüme bir tabak molohiya koymamış olsaydı, bu yazıyı zor yazardım. Olay bu kadar basit, erkeğin üretkenliğinin ön koşulu kadının varlığıdır, hatta varlığının sömürgeleştirilmesidir. Çünkü annem önüme bir tabak yemek koymak zorundadır, bu bir sömürgeleştirmedir... Kapitalizm işe doğanın ve kadının sömürgeleştirilmesiyle başlar. Fazla mı erkek olmayan şeyler! Ne de olsa maçolukla mücadele etmek zor... Hele sömürgeleştirme kavramının pankartlarda anlamını yitirmeye başladığı Kıbrıs’ta!

Arkadaşımız Evrim Mehmet, beni Radyo Mayıs’taki Yasemin Sokağı programına aylar önce çıkardığında bir fırsatını yakalarkenden feminizm bahsini açıp bana ‘sobe’ çekmeye niyetlenmişti. Ona göre, feministlerin yanlış yaptıkları, ‘kullanıldıkları’, eksik yaptıkları ne ‘varsa’, feminizmin tarihten ve daha çok da coğrafyadan iptali için yeterliydi. Bağışıklığım bu tür durumlara karşı güçlendi, çünkü feministleri bir başka sevdiğimi, bizim tahayyül ettiğimiz dünyaya bir başka dil ile ulaşmak isteyişlerini seyretmeyi bile sevdiğimi bilenler hemen lafı “çakma” gailesine girerler, hele ki içki sofrası varsa... Gece kulüplerinde çalıştırılan kadınların bu işi zevkle yaptıklarını, bilerek ve isteyerek Kıbrıs’a geldiklerini öğrenirsiniz; en alasından ilericilerin söylediğini görürsünüz bunları. Bir adım ileri gider, iki adım gerideki çukura düşersiniz. Sosyal medyada bir feminist arkadaşım bir zamanlar, “cinsiyetçi nitelikteki bağımsızlıkçı sloganların getireceği bağımsızlık benim bağımsızlığım değildir” demişti, ne kadar güzel söylemişti; Afrodit tahayyülünden öteye gidemeyen oryantalizmin, politik-ekonomik kanadı emperyalizmin Kıbrıs’a giydirdiği maske de Afrodit olmaktan başka bir şey değil, hiç olmadı. Yani nesneleştirdi, “bu masada özne yok, bırakın müzakere etsinler...” Bizim ilericilerimize ne, nesneden özneden. Derme çatma sloganlar yeterlidir...

Bir zamanlar bir antropoloji hocamla “yabancı” kavramı üzerine tartışırken, ben beyaz adama öfkelenirken, hocam beni yatıştırdı: Kadınlar da bana çok somut bir şekilde yabancı, demişti. Sana yabancı olanın sloganları da sana yabancıdır, yaptıkları da, talepleri de, itirazları da, hatta yaptığı hatalar bile sana yabancıdır... Bu yüzdendir, sana yabancı olduğu için konuşmasan daha iyidir: Gölge etme başka ihsan istemez feministler, bayım. Ama bilir kişiler hep erkek olur ya, konuşmak ve hakikat hep erkektir... Sözün özü, yabancı falan ama; feministlere duyulan nefreti, evet, kelimenin tam anlamıyla nefreti, iktidara bağlıyorum. Buldukları en küçük bir boşluğu, mekânı bile bir iktidar aracına dönüştürmek isteğine. Ya da daha da basit: eşitliği sevmiyorlar... “Çek be adam kadınların rahminden elini!” sözü bir taleptir: Bedenin sömürgesizleştirilmesi talebi; kadın bedeninin vatan tahayyülünde nesneleştirilmesine karşı bir çığlık; yurtseverliğe karşı, iktidar karşısında yutkunmaya karşı bir itiraz. Şu an Kıbrıs’taki en devrimci taleplerden biridir, mazisinde anlattıklarıyla. O yüzden, ilhakçı akıllarınızla siz kendi sloganınıza bakın baylar...

Konuyu polemik alanından çıkarmak gerek. Konu kadın-erkekten öte aslında. Konuyu kısaca sömürgeleştirme, ilkel birikim, görünmez emek, ulus-vatan-namus, nesneleştirme vb. gibi kavramlarla ele alıyorum. Ya da aslında kadını bir ezilen kategorisi olarak ele alıyorum... Tamamen sınıfa dair bir hikâye anlatacağım. Daha da önemlisi bizim gibi ‘göç’, ‘savaş’, daha doğrusu bir ‘iskân toplumu’nda ve tüm bunların bir Akdeniz sosyolojisinde gerçekleştiği bir durumda konuşacak başka hikâyeler de vardır. Feminist kadınların feminist erkeklerin ‘akıl vermesi’nden de usandığını bildiğimden aslında ‘susmak’ tercihimdi. Bir de zaten sloganlarının yanlış, taleplerinin gereksiz olduğunu, kendilerinin ise fesat olduklarını söyleyen erkek egemen toplum düzeninde haklısınız demek de biraz samimi gelmiyor olabilir. O yüzden, başka bir şey söylemeye çalışalım... Çünkü iyi bir dışarılı olmaya çalışmak, kötü bir içerili olmaktan iyidir.

Önce biraz “iskân toplumu”na değinelim, onun kurgulanan geçmişine ve geleceğine. Mekân projesi olarak algılanan kültür ve kimliğe. Tüm bunlarla beraber cinsiyete... Geçiş dönemi ya da burjuvazinin iç savaş dönemi sömürgeciliğinin temsilcisi Tayyip Erdoğan’ın en iyi yaptığı şey: Cin’i şişeden çıkarmak’tır... Dün Kıbrıslıların kimliğini şişeden çıkardı, bugün de belki kadının adını. Tabii bizim de zorlamamız kaydı ile. İskâna ve mekâna dönersek, gayri müslim hikâyeleri bize de bir okuldur, bizde de bir geçmiştir. İkidir alıntıladığım bir pasajı paylaşarak başlayayım:

Ermeniler katledildikten sonra Kürtler daha yaygın bir şekilde oraya yerleşiyorlar. Ermenilerin evlerinin tamamı boşalmış durumda, gelip işgal ediyorlar. (…) Bir tek babaannem ve birkaç Ermeni sağ. Babaannem kendi mallarını koruyor.

Dedemin de bir karısı ve bir çocuğu var. Babaanneme, malvarlığından dolayı veya işte güzel bir Ermeni kadınla beraber olmak için (…) evlenme teklif ediyor. Birkaç defa elçi gönderiyor. Kadın kabul etmiyor. ‘Benim bir oğlum var, bunu büyütmek için sağ bırakıldım. Bir Müslümanla beraber olmam mümkün değil,’ diyor. Bunun üzerine babaannem dedemin adamları tarafından kaçırılıyor. Zorla evlendiriliyorlar. Kadın hayır demesine rağmen imam bunları evlendiriyor.(…)

Evlenir evlenmez mallara el koyma süreci başlıyor. Normalde kadın evlenince mal ve mülkleri kocaya verir ve uysal bir kadın olur. Babaannem ise çok inatçıymış. Dedem bakıyor ki kadın malları kendisine vermiyor, hepsini satıyor. (…) Bütün mal varlıkları bitince mi, sıkılınca mı bilmem, bir süre sonra dedem babaannemi babamla birlikte evden atıyor.” ( Altınay-Çetin, ss.54-55, Torunlar, İstanbul, 2009)

Bu pasaj kısa dünya tarihidir ya da yeryüzünün sömürgeleştirilmesinin en özet şekli. Bu pasajı ilk yorumladığım yer ilkel birikim bahsindeydi. Kısaca kapitalizmin ön tarihi, kurucu öğesi ve bugün de güncel olan yağma-talan güzergâhı üzerine... Diğer yönlerin de hakkını vermeye çabalamıştım. Kadının bedeni karşısındaki politikalar işin bir yönü; kadının mülksüzleştirilmesi diğer yönü. Erkek açısından bu ‘birikim’dir. Hatta TC kapitalizminin oturduğu ayaklardan biridir. Bugün olmaz denecek bir şey de değil, olur olur! Hem de aile yasası ile olur... Mahkeme ile: Hukuk mu! Bana ne hukuktan? İktidar bende değil mi?” (Cornelius Vanderbilt) Varsın mallar ‘adil’ paylaşılsın, ama geçmiş zaten geleceği mülksüzleştirmiştir, baylar... Kadın açısından, bu geçmiş-gelecek antinomisi de toplumun koyduğu kurallarla şekillenir, çünkü burası Akdeniz: Onur, şeref, utanç pratik yaşamda karşılık bulan kavramlardır. Dün, “Müslüman Bayramlarında Dansçı Kızlar Kanunu” olarak hayat buldu, bugünse “dedikodu” kanunları ile hayat bulmaktadır... Keza kadının mülksüzleştirilmesi de onu, onur-şeref-utanç panoptik toplumunda kimliksizleştirir: Kadının içindeki kadını öldürür... Bu yüzden maço kadınlar maço erkeklerden daha çok tahakküm arayışındadır. Bu durum karşısında: “Baştan çıkarıcı kadının önemi, cinsiyetinde değil, özgürlüğündedir.” (Angela Carter) diyerek uzatmayalım. Ermeni soykırımından geriye kalan, Ayşe Gül Altınay’ın sözleriyle “Müslümanlaştırılmış Ermeniliğin bir “kadınlık hali” olarak ifade bulması: Nenemin Masalları, Anneannem, Nenem bir Ermeniymiş, Ermeni Kızı Ağçik, Müslümanlaştırılmış Ermeni Kadınların Dramı, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi... ” kitaplarıdır. Savaşın artırdığı kadındır ve çocuktur: “... on binlerce kadın kaçırılarak haremlere veya Müslüman ailelere alındı, onbinlerce çocuk Müslüman aileler tarafından alınarak zorla Müslümanlaştırıldı, ve bu şekilde ifade bulan zorla din değiştirme yoluyla Ermeni nüfusun başka bir bölümü de yok edilmiş oldu”(Balakian 2003’ten aktaran Ayşegül Altınay, “feminist merakla yaklaşmak”- feminist politika dergisi) ‘Yüce Türk Ulusu’ içerisinde unuttukları kadınların ve çocukların, unutulmasının sebebi ve hatta Kürt, Türk, Ermeni uluslararası çapta araştırmalar yayınlayan tarihçilerin bu kadınları ‘ölü’ saymasının sebebi ataerkilliktir. Cynthia Enloe’nun sözleriyle: “milliyetçilik tipik olarak erilleştirilmiş hafıza, erilleştirilmiş aşağılama, ve erilleştirilmiş umuttan doğmuştur.” Nesneleştirme tam da bu erilleştirilmiş coğrafyanın içindedir, ya yok sayılır: Bizdeki ‘Rum

Neneler’ gibi ya da var sayılarak hakim ulus şovenizminin ‘tecavüz’ ve propaganda aracına dönüşür: ‘Ermeni piçi/dölü’ ya da emperyal akıldaki ‘Afrodit’ imgelemi, Türkiyelilerin bize “havur piçi” demesi gibi... Feministler kalkıp, milliyetçilik erildir, ulus erkektir, “erkek devlet istemiyoruz”, devlet erkektir vb. Söylemlerle ortaya çıktıklarında, hatta hepsini birleştirip militarizme feminist bir itiraz yükselttiklerinde erkek ulusun kahramanları için çok şeytani şeyler söylemiş olurlar. Hatta firavuni: Çünkü o erkek ulus kendini iptal etmediği sürece istediği kadar baksa da hakikati göremeyecektir. Çünkü Enloe’nun ifadesi ile: “erilleştirikmiş millettir ve kadınlar erilleştirilmiş milletin “sahip” oldukları nesnelerdir.” ‘Kadınveçocuklar’ der Enloe, birleşik yazar, çünkü kaderleri de nesneleştirilmeleri de birleşiktir kadınlar ve çocukların: “Önce kandınlar ve çocuklar!”, çünkü onlar ulusun taşıyıcılarıdır. Farketmez, ulus ezilen ulus olmuş ya da ezen ulus. Ya da ada olsun... Vahé Tachjian bir makalesinde ulusun yeniden inşasına dikkat çeker: “...1918 sonrası Suriye ve Lübnan’da “Ermeni ulusunun yeniden inşası” olarak tanımlanan süreçte, tecevüze uğramış, fahişelik yaparak hayatta kalmış ve Müslüman erkeklerden çocuk doğurmuş kadınlar ve bu kadınların çocukları çoğu zaman tamamen dışlanmışlardır.” Müslüman erkekten olma çocuklarını bırakıp, Ermeni ailelerin yanındaki sığınaklara gitmek gibi zor bir seçimden, bahseder yazar, çünkü “Tecavüz ve fahişeliğin ulusal bir namus lekesi olarak ifade bulduğu “erilleştirilmiş hafızada” bu kadınlara yer yoktur.” Siz bu yazıyı okurken, harmanı yapılacak olan dergimiz “Sınıf Bilinci”nde şöye yazdı bu konuda:

“Bu yüzden önce toprak ve kadın sömürgeleştirilir dedik: Çünkü “utanç” kadın bedenini işaret eder. Sömürgeci karşısında ‘utanmak’, kimliği oluşturur, insanı sömürgeleştirir. Ama bu durum yalnızca “müslüman” toplumun değil, aynı zamanda “hristiyan” toplumun da bir sorunsalıdır. Dediğimiz gibi sözkonusu olan Akdeniz antropolojisidir. Sömürge bilincinin fragmanları üzerine konuşuyoruz: Ortadoğu-Akdeniz toplumu iken, Avrupalı olduğunu iddia eden, buna karşın da Çekirdek-Avrupa için hiçbir anlam ifade etmeyen ‘onur-namus’ kavramsallaştırmasını, hayatın merkezine oturtan bir coğrafya ne yana düşer: Kıbrıs’ın Afrodit’te, yani bir kadında nesneleştiği, haritanın beden imgesinde karşılık bulduğu bir coğrafyada, “o bedenin namusu” vatan kavramında düğümlenir. Vatan kavramı sömürgeci fantezi formunda karşımıza çıkar; militarist-milliyetçi hegemonya bu yüzden cinsiyetçidir. Buna karşın da “başka bir Kıbrıs” tahayyülünde bulunanların, “Akdeniz’in lanetini” barındıran kavramlar üzerine bir sendikacılık bir devrimcilik, bir alternatif inşa etmeleri imkansızdır. Hele de bu tahayyülde kadının nesneleştirmeden kurtulması ise imkansızdır!

Bu konuşulan dil sömürgeci bir dildir! Dilin sömürgeci olması için, illa ki ‘besleme’ demesi şart değildir. Hatta gizli kalmış sömürgeci dil, ulu orta tokat gibi çarpandan daha tehlikelidir: içselleşmiştir, algılamayı zorlaştırır. Kıbrıs’ta sıralanan Türk-Rum, Kıbrıslıtürk/ rum/ elen/ maronit/ latin ve sadece Kıbrıslılık kimliklerinden daha yaygın bir kimlik vardır: Sömürge bilinci/ kimliği! Hepsinden daha çetrefilli, daha militarist, daha milliyetçi, daha cinsiyetçidir! Onun, onuru vardır, şerefi vardır, en nihayetinde namusu vardır, haysiyetlidir! İşte tam da bunlar olduğu için sınıf bilinci yoktur: Bu formasyondaki kimlik, solcularda da mevcuttur. Fazla uzağa gitmeye gerek yok: Bu yüzden biz onlara ‘kapıkulu solcuları’ diyoruz...”

Burada ‘fahişeler’ bahsinde Marx’ın Kapital’de aktardığı kısa bir pasajı aktarayım ki bizim ilericilerin, kerhanelerdeki kadınların severek ve isteyerek sex işçiliği yaptığını söyledikleri kadınlar nerden geliyor, firavuni hallerinde bir eğilip baksınlar: “Pamuk kıtlığı yüzünden işlerini kaybeden kadınlar toplumun dışına atıldı ve öylece kaldılar. ... Genç fahişelerin sayısı son 25 yıl içinde olduğundan daha fazla arttı.” (akt. Marx, Kapital, s. 438, Yordam yay.) Hicri İzgören’in dediği gibi, “Hiçbir mevsim gözlerin kadar / Acımasız kullanmadı neşteri / Susardın ve kar yağardı.”

Belki bu bahsi burada Hrant’ın sözleriyle şöyle kapatabilirim: “1915 metre derinliğinde bir kuyu”dur kadınların tarihi... ya da 1968’de Alman SDS kadınlarının söylediği gibi: Ataerkil toplumu topa tutmakla, kıyasıya eleştirmekle yeteri kadar “ilgilenenler” sadece kadınlardır. Kadınlar toplumsal örgütlenmenin radikal biçimde değişmesinin tek teminatıdır. Bunu başarmak için geçici bir yalıtım gerekmektedir...

Ve SDS’in kadınları devam eder 1968’de: “Özel ve kamusal yaşamların ayrılması kadını her daim yalıtılmışlığa iter ve kadın bu şekilde yaratılmış olan çatışmayı tek başına üstlenmek durumundadır. Toplum, kadını en genç yaşından itibaren aileye göre hiza alarak yaşamaya meyletmeye koşullandırılmıştır ve ailenin kendisi de, mücadele ettiğimiz üretim ilişkilerine tabidir.” Hatta o ilişkilerin sürdürülebilmesi için kurulmuş bir iç-odadır. Odada görünmez emek vardır, yani ücretsiz; yani oluşumu itibarıyle artı-değer... Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nde bahsettiği kapitalist-olmayan toplumsal tabakalar da aslında kadınlardır: “Kesin olan gerçek şudur ki: artı değer işçilere ya da kapitalistlere satış yaparak değil, ancak böylesi sosyal yapılanmalara ve kendi üretimi kapitalist olmayan toplumsal tabakalara satılırsa gerçekleşebilir.” Sonra Rosa devam eder, “Yalnızca kapitalist-olmayan yapıların sürekli ve tedrici olarak çözülmesi sermaye birikimini olanaklı kılar.” Ücretli çalışanlar olsun veya olmasınlar, kadınlar, doğrudan kendi /ailenin tüketimine dönük meta üretimi yapmaya zorlanırlar.(Hayvan besleme, sebze-meyve üretimi, el işleri vb.) Bu durum kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin bir parçasıdır. Rosa’nın kapitalist “olmayan” dediği ilişkiler olmaksızın dünya kapitalizminin kaba görüntüsü altındaki detaylar olmaksızın, ilkel birikim olarak kadın olmaksızın, artı-değer olarak kadın emeği olmaksızın kapitalizmin o görkemi imkânsızdı. Siz bu sözü okurken sadece Kıbrıs’ı düşünmeyin, Hindistan’daki kadınların emperyalizmdeki üretim yerini düşünün... Eşitsiz koşullarda geçimlik üreticinin emeği, sermayenin ücretli kölelerine ya da başka formlarda sömürgeleştirtiği işgücüne dönüşür. Kapitalizm toprağı ve kadını sömürgeleştirerk başlar, sömürgeleştirmedik hiçbir varlık kalmaz onun karşısında. Kapitalizmin en modern şeklinde, ev işinin aldığı formun da geçimlik üretimden ya da kapitalisy-olmayan üretimden hiçbir farkı yoktur: Görünmez emek budur... Görünmez ev işi olmaksızın, ücretsiz emek olmaksızın, ilkel birikim olmaksızın halt etmiş Wall Street!

SDS Kadınlarının 68’de Berlin’de sarf ettikleri sözleriyle bu yazı biter: “Kadınlara yönelik toplumsal baskı meselesini bireysel yollarla çözemeyiz. Devrim yapılmasını veya devrimin amacına ulaşmasını da bekleyemeyiz, zira sadece ekonomik-siyasi bir devrim özel yaşama yönelik baskıyı ortadan kaldırmaz; sosyalist ülkeler bunun örnekleriyle doludur...” Çünkü özel olan politiktir! Feministleri anlamıyorsanız, maçoluk yapmaktansa susun baylar...



(14.08.2011 Afrika Pazar)

1900: ‘politik’ olanın ötesinde akdeniz’in toplumsal arkeolojisi ve politik olanın ta kendisi…

Aziz Şah


“O hafif adımlarıyla gölgeyi seviyorum / o hep benim yanımda”

Tarihi yapan sınıf mücadelesi iken, sinema sınıf mücadelesinin en berrak olduğu ama çoğu zaman görünmez kılındığı bir alan iken, sinema yazısı yazmak ciddi bir iştir... James Roy MacBean’in dediği gibi: “Benim için film eleştirisi yazmak, hakim sınıfın ideolojisiyle sinemada işlediği yerde ve zamanda savaşmak ve sınıf mücadelesini yazılarıma taşımak anlamına gelmiştir… ‘sınıf mücadelesini kendi yaşamınıza taşıyın’ ifadesi, herkesin hemen bir fabrika işçisi olması gerektiği anlamına gelmez; ama herkes durup bir etrafına bakmalı ve erkeklerle, kadınlarla ve şeylerle olan gündelik ilişkilerinde bazen açık, ancak çoğunlukla gizli olarak işleyen sınıf mücadelesini analiz etmelidir…” Çekilmese de olurdu denebilecek bir filmi göklere çıkarmak gibi bir cahil cesareti bir tarafta, filmin konusunu yazmayı film eleştirmenliği sanmak gibi bir gaflet diğer tarafta, ya da boş filmleri yazarken sinemada köşe taşı olan filmlere hakkını verememek... Bu yazının da dert edindiği işte öyle bir film: 1900. Paris’te son tango, Konformist, Devrimden Önce gibi filmlerin usta yönetmeni Bernardo Bertollucci’nin başyapıtı. Ki Bertollucci’nin bir de berbat The Dreamers filmi vardır, bu berbatlığa Son İmparator da dahildir, diğer metafizik eserleri de. The Dreamers hakkında Sibel Özbudun, Temel Demirer, Cahide Sarı ve Özgür Orhangazi “Yeni düzensizlikten başkaldırıya” (Ütopya Yay.) kitaplarının önsözünde şöyle yazarlar: “Tarihi alt üst eden bu ‘ben merkezci’ saçmalık; ancak yönetmen B. Bertollucci’nin ’68 Hareketi’nin Fransa ayağını beyazperdeye taşıdığı ‘Düşler, Tutkular, Suçlar / The Dreamers’ filmindeki kadar gerçek dışıdır.”

“İleri işçiler, yoldaşlar ileri, kızıl bayrağımız sınırlar aşıyor...” diye başlayan “Avanti Popolo”yu duymuşluğunuz varsa, bu film o marşın filmidir; ‘halk mahkemesi’ de bu filmdedir: Mahkemesinde akordiyon çalmak da Akdeniz’e has bir durum olsa gerek... İhanete uğrayan devrimlerden biridir bu filmde anlatılan: Köyde olan devrimi şehirden gelenler iptal eder, ya da Güney’de olan devrimi Moskova’dan gelenler geçersiz sayar! Bu film tarihe öfkelendiğimiz filmlerden biridir... Hep güncel olan devrimin hep karşı karşıya kaldığı ihanettir anlatılan.

Film içinde yer aldığı uzama göre köy- şehir- “(karşı)devrim” olarak üç bölümden oluşur. Köy insanı köyde başkadır: Ellerin toprağa olan tutkusu , çocuk için-babasızlık yani “piç”lik durumu mülkiyetsizliktir, kadınlar öznedir, sınıf bilinci inşa halindedir... Şehirde kadınlar daha değersizdir, seks işçisi henüz yeterince yabancılaşmadığı için kendine ‘utanır’, kadın şehirde daha özgür ve daha köledir; eller iptal edilmiş, piçlik unutulmuştur ‘şeher’de; köydeki Akdeniz toplumu şehirde yoktur... Devrim ise başka bir yerdir. Kadınlar atlı süvarileri durduran barikattır, çocuk patronu esir alan partizandır, erkek tüm bunların ortasında teferruattır... Faşisttir, katildir, tecavüzcüdür; ya da “ulusal birlik komitesi”ne silahını ilk teslim eden komünist liderdir! Kadın özgürdür, gider gelir... “Keyfi istediği kadar” öznedir, erkekse kadını bekler durur; bu erkekten kaçmalar kadını şeyleştirir. Fransız Marksisti Lefebvre’ye göre “mekân hem toplumsal olarak üretilir hem de sosyal sınıflandırmalar üretir.” Köyde geçerli olan kategoriler bu yüzden şehirde farklılaşır. Mekân bir projedir: kendi ötekisini üretir, kendi kategorilerini kurar, kendi hegemonyası vardır. İstimlak, iskân, zorunlu göç, istila, sürgün vb. anılan hâller de bu yüzden ciddi birer politik projedir. Mekân hafıza ile ilgili bir projedir: Hafıza, bilinci; bilinç de ulusu kurar…

İtalya üzerine ya da faşizm ve antifaşizm tarihine dair ya da Akdeniz ve kadın üzerine yapabileceğiniz, Devrimci Parti ve sınıf bilinci üzerine yürütebileceğiniz her türlü tartışma için malzeme vardır 1900’de. Film/Devrim sürdükçe koltuğa yayıldığınız, sabaha kadar sürse izlerim diyebileceğiniz bir film/devrim... Hele ki biraz da Gramsci okumuşluğunuz varsa; koltuk, hapishane defterlerine dönüşür. Bu film baştan sona Gramsci’nin “Pasif Devrim” kavramında dert edindiği hikâyedir. Bir faşistin kullanılması konusunda ne hissettiği sorusunun cevabı da 1900’dedir: Çünkü 1900 faşizmin oluşumunu anlatır: Ne tesadüfse faşist karakterimizin adı Atilla’dır; faşist devrimden sonra burjuvaziye hesap soracaktır! Kimin paralı askeri olduğunun farkındadır, fakat hesap sorma kaygısı da var. Filmin bir veçhesi ise tarımda makineleşmeyi anlatır: Baba, işleri devralan oğluna, “Herşey boka sararken makineler alıyorsun, o makinelerle kıçını biçersin, bay modernist!” der. Küçük bir fırtınanın hasata verdiği zarar sınıf bilincinde büyük bir fırtınaya sebeptir: Yarı yaıya zarar etmiş patron maaşları yarı yarıya düşürmekten bahseder. İşçi sorar, “Hasat iki katına çıktığında iki kat fazla mı maaş alıyoruz ki?” Sonra işçiler greve gider ve dedesi Olmo’ya şöyle seslenir: “-Şanslısın Olmo! Çünkü efendilerin çalıştığını görmek 73 yılımı aldı!” Olmo’nun ise ömrü yetmedi devrimi görmeye... Proleterlerin et mamülleri yaptıkları bir sahnede, proleterler sorar: “Parti nerde? Herkes tutuklanıyor, herkes dağıldı... her şey bitti!” Olmo, “Hayır!” der. “Parti çalışanın olduğu her yerdedir!”... Devam eder: “Sen ben biz, hepimiz partiyiz...” der. Ve fakat tarih Olmo gibi Devrimci Parti olmasa da olur, liderlik olmasa da olur deyenlerin mezarlığıdır: Bugün Arap devriminin Parti’ye ve Enternasyonal’e ihtiyacı varken, Olmolar da çoktur, Olmo kadar olamayanlar da... Ki Olmolar “ulusal birlik” adına ilk silahı teslim edenlerdir!

Bertollucci 11 yaşında iken bir şiir yazar: “O hafif adımlarıyla gölgeyi seviyorum / o hep benim yanımda.” 30 Yıl sonra ise verdiği bir röportajda şöyle der: “Gölgelerin özel önem taşıdığı bir film yapmak istiyorum, gölgeler ne kadar önemliyse film o kadar değer ve anlam kazanır.” 1900, işte insanın gölge kadar değerli ve gölge kadar değersiz olduğu bir kısa yüzyılın en hızlı günlerinin filmidir...

Üç kırılma mevzuu: 1900’de Akdeniz antropolojisi, kadın ve karşı devrim

Her film bir toplum eleştirisidir, durduğu yerden toplumu gösterir. Bu film ise toplum eleştirisi okuması olarak üç kırılma noktasında birleşir: Akdeniz toplum yapısı, kadının toplumda konumlanması ve ihanete uğrayan devrim.

Çok klişedir: “Evrensel sanat yerelden çıkar.” 1900 filmi evrenseldir anlattığı hikâye itibarıyle. Detayda ise yereldir: Akdenizlidir. Epeydir hakkında düşündüğüm Akdeniz antropolojisinin bir çok öğesi 1900’de mevcut. Onur, şeref ve namus kavramları Akdeniz toplumlarında önemli bir yere sahiptir; bunun yanında “toprak ve tohum”un işbölümü, “toprak ana”yı doğurur. Toprak o kadar kadındır ki “düzülebilir”dir. Bir de düello: En yumuşak düello coğrafyalar içinde Akdeniz’de yapılanıdır. Birkaç saat arayla doğan patron çocuğu ve işçi çocuğu büyür ve çocukluklarının ilk düellosunu yaparlar. Ömürleri zaten düelloyla geçer... Filmin en ilginç sahnelerindendir. Telgraf direğinden babanın sesini duymak, trenin altına yatmak, yüzünü toprağa sürtmek ve toprağı “düzmek”: Düellodur... Toprağın ve kadının sömürgeleştirilmesi ile başladı tarih. O, iki erkek çocuğu, işçi ve patron, bu durumun farkındadır.

“Tohum ve Toprak”ta ara mevzuu: Köylünün “elleri”

Filmin Akdeniz açısından kültürel öğelerine baktığımızda karşımıza “tohum, toprak ve eller” çıkar. Eller, tohumun erkekliğini ortadan kaldırır… Eller erkek değil, dölleyici değil, üretkendir. Oysa tohum ve toprak , erkek ve kadını imgeler, oysa eller cinsiyetsizdir. Bertollucci, tohum ve toprak imgelemini abartarak anlatır: “Toprağı düzmek…” Derin bir Akdeniz antropolojisi karşımızdadır. “Özel olan politiktir” sloganına “toprağa tabii olan politiktir” sloganı eklemlenir. Toprağın bir cinsiyetinin olduğu olgusu yerini köylünün ellerinde üretken olan ellere, yani kadın-erkek işbölümünde bir kırılmaya götürür. Toprağı düzen Olmo karakteri aslında bir hakikati abartarak gösterir ama ‘eller’ bu tecavüzü durdurur: Çünkü eller yoksa toprak da yoktur.

“Eller” bahsinde dururken “gölgeler” bir paralelliktir. Palton’un mağarasından çıkar Derviş Zaim yola; “Gölgeler ve Suretler”i yapar. Bertollucci ise gölge oyununa sığınmaz, göstere göstere kukla oyunuyla anlatır devrimi. 1900’de bir kukla oyunu sahnesi vardır: Kukla oyununu atlı süvariler basar. Bertollucci’nin gölgeden kastettiği aslında hakikattir. Bu bağlamdadır ki Bertollucci’de kadınlık-erkeklik sabit yaşanmaz, bir “el” imgesi ile altüst edilebilir. Cinsellik gölge olarak yaşanmaz, göstere göstere hakikattir.

Sinemada “Balık” imgesi!

Balık imgesi ‘Yeni Türkiye Sineması’nda da vardır ve balık imgesi hikayeye yedirilmemiş, tam aksine sonradan eklemlenmiş bir görüntü sunar. 1900’de de öyledir. Kulakları büyük bir işçiye dönerek patron bağırır: Kulaklarınız kocaman ama duymuyorsunuz, zarar ettik maaşlar düşecek... İşçi de cebinden çakısını çıkarır ve bir kulağını keserek patronun eline verir! İşçi evine gider, şapkasından 4 parça ekmek çıkarır... Yemiştir herkes. Kızı, hala aç olduğunu söyler ve havada ipte sallanan kokuşmuş bir balık vardır. İşçi ise, ben sana açlığını unutturacağım diyerek mızıkasını çalmaya başlar.

Kokuşmuş balık imgesi erkekliğin ya da “hegemonik erkekliğin” bittiğinin işaretidir. Artık kulağı kesik proleter, yalnızca proleterdir. Filmde patronun öldüğü gibi erkek de ölür: Çünkü çocuklar hala açtır.

‘Kocasız’ kadınlar komünü 1900’de piçlik ve mülkiyet ilişkisi!

‘Koca’nın patron olarak mimlendiği bir yerdir 1900. Hanım efendiyle, “efendinin karısı” arasında fark vardır filmde, tıpkı Engels’in dediği gibi: “Aile içinde erkek, burjuvadır; kadın ise proleter!” ya da Bertollucci’nin aktardığı bir İtalyan sözüdür kadın: “Eğer büyükannemin tekerlekleri olsaydı el arabası olurdu…”

Patronun paldır küldür evlendiği genç kadın çiftliğe geldiği zaman çok şey değişir. Bir gün patronun çocukluk arkadaşı olan işçi lideriyle masadadır: Olmo, ‘hanım efendi’ diye hitap eder… Kadın itiraz eder: “Hanım efendi değil, efendinin karısı!” Bir süre sonra Olmo çocukluğunu anlatır: “Avlu kapısını gördün mü? Efendi gelip her gece kapatırdı, kocaman bir anahtar olduğunu hatırlıyorum… Köylüler kilit altındaydı hapishane gibi. Şarkı söyleyebilirdik, dans edebilirdik, çocuk sahibi olup ölebilirdik ama dışarı çıkamazdık. Şafağa dek hayvanlar gibi kilit altındaydık. Efendi bir uşağı gönderir kapıyı açtırırdı…” İtalya tarihi göz önünde bulundurulduğu zaman bu ilişki Kuzey-Güney ilişkisinin bir parçasıydı. Güneyliler beslemeydi, aylaktı, ayak takımıydı; piçti… Film boyunca bir “piç”lik mevzuudur gider. Aslında piç, sınıf düşmanının temsilidir efendi açısından. Efendi için köylü “piç”tir. Babasızlık değil mülkiyetsizliktir piçlik. Efendiye bağlı olmaktır. Bu durumu Olmo karakterinde imlemiştir Bertollucci. Olmo, babasızdır… “Eğer babam burada olsaydı kimse saçımı kesmezdi… Bir keresinde, kuyunun dibinde bana seslendiğini duydum. Boş bir kabağın içinde bana seslendi: ‘Olmo!’ ve bana bir lambrusco şarap fıçısından seslendi: ‘Olmo!’ ”

‘Köyün delisi’ olarak patronun ‘şarlatan’ı...

Filmdeki köyün delisi kategorisi aslında Akdeniz’e dair söylenebilecek başka bir sözdür. Kuzey Avrupa’da karşımıza çıkmayan bir kategoridir köyün delisi. Özellikle hapishaneler ve tımarhaneler, iktidar kavramı açısından önemli bir yer tutar çekirdek Avrupa’da. İktidarın oluşumu açısından bu tür kurumlar ordu , polis, mahkemeler vd. kadar hükmeder. Bizde ise, yani Akdeniz’de “deliler” toplumun bir parçasıdır, içselleştirilmiştir. Deliler “hakikat”le özdeşleşir, toplumun içinde varoluş amaçları neredeyse “hakikatin kürsüsü” olmalarından kaynaklıdır. İşte filmdeki patronun “şarlatanı” bu işlevi görür; delileri ve filmdeki “şarlatanı” Osmanlı sarayındaki ya da TC elçiliğindeki dalkavuklarla karıştırmayınız. (Dalkavuk: Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse. )

Batı’daki hapishane, tımarhane gibi mikro iktidarlar bizde Harem, Ev, Toprak gibi uzamlarda karşılık bulmaktadır. Bu yüzden sömürgeci fantezideki Akdeniz ve Doğu “cinsel” nesnedir, Afrodit’tir, fahişedir. Ya da baktığımız zaman Ev de toprak da harem de dişildir. Onur’a Namus’a karşılık gelirler; onur-namus düellonun sebebidir... Ev imgelemde vatandır da: Kıbrıslıların ev için ettikleri kavga da düelloya dahildir. Kısacası coğrafyanın ve tarihin, bizim için de Akdeniz’in feminist okuması görünmez ‘iktidarımızı’ anlamak için zaruridir.

Dördüncü mevzuu: Kırılanı yapıştırmak – “Pasif Devrim”

Pasif devrim, proleter devrim olanaklarının oluştuğu ve tarihsel iklim olarak bölgesel devrimlerin kapıyı zorladığı zamanlarda ‘komşuda’ pişen devrim bize de ‘düşmesin’ diyen ülke burjuvazilerinin başvurdukları karşı devrim yöntemidir; yumuşak geçiş, hareketlerin sönümlenmesini sağlamak, reformlara başvurarak bu tarihsel iklimin etki alanını kırmak burjuvazinin başvurduğu başlıca yöntemlerdendir: devrimsiz devrimdir. Gramsci, pasif devrim kavramını tarih okuması açısından önemser. Bu filmin arka planında da pasif devrim kurgusu vardır: Tarihsel iklim devrimde ısrar ederken, ulusal birlik komitesi partizanların silahlarına el koyar, devrime ‘ara’ verilir... İtalya açısından önemser Gramsci ‘pasif devrim’i; Sungur Savran böyle bir okuma yapar Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri kitabında (Yordam Kitap):

“Gramsci, bu kavramı, italyan devriminin özgüllüğünü kavramaya çalışırken geliştirmiştir. Bir tarihsel süreç olarak pasif devrimi tanımlayan, tarihsel kopuşu, bir siyasal altüst oluşun değil, içten içe (moleküler) değişmelerin üsüste yığılmasının sağlanmasıdır. Gramsci’nin özlü formülü ile pasif devrim ‘devrimsiz devrim’dir. (...) Ayrıca, Gramsci’nin tartışması çok önemli bir noktanın altını çiziyor. Ona göre, pasif devrim kavramı ancak diyalektik olarak tanımlanabilir; yani pasif devrim kavramı ancak diyalektik olarak tanımlanabilir; yani pasif devrim mutlaka karşıtını, bir aktif devrimi varsayar.”

Filmde yaşananlara Gramsci ile dönersek: “Modern koşullarda ‘faşizm’ tam anlamıyla yeni bir liberalizm değil midir? Faşizm, liberalizmin ondokuzuncu yüzyıl açısından ifade ettiği şeye benzer biçimde, yirminci yüzyıla uygun bir ‘pasif devrim’ biçimi değil midir tam olarak?” Bu bağlamda şunu hatırlatmakta fayda var. Bir ülkenin proleteryası devrimci durumu devrime dönüştüremiyorsa karşı devrim/faşizm kaçınılmazdır. Bu karşı devrim her zaman faşizm olarak ortaya çıkmasa da en yumuşak hali pasif devrimdir. Günümüze gelecek olursak: Cihan Tuğal’ın deyişi ile, AKP iktidarı da sermayenin pasif devrimidir.

Son tahlilde “İtalyan faşizmi, reformistlerin İtalyan proleteryasının ayaklanmasına ihanetinin dolaysız bir sonucuydu” der Trotsky. Savaş sonrasında ise partizanların silahlarına el koyan ve demokrasiye geçilmesini zorunlu kılan stalinist Komintern’in ‘halk cephesi’ politikasıydı. Enternasyonalin SSCB’nin diplomatik bir aracına dönüştürüldüğü günden beridir ne marksistler marksist gibi davranabildi, ne de tarih aklını başına topladı... İtalya, İspanya, Yunanistan, Şili, Fransa, Almanya birer devrim mezarlığına dönüştü! Kim ki Komintern kararlarına karşı çıktı, devrim yapabildi: Tito, Mao, Fidel ve Macar devrimi...

Olmo haykırır: “Faşistler, bir gecede bitiveren mantarlar gibi değildir, hayır! Efendiler faşistleri ektiler. Onları kendileri istedi, onlara para verdiler. Faşistlerin yardımıyla efendiler daha fazla kazandılar, ta ki paraları nereye koyacaklarını bilemeyene kadar! Sonra savaşı keşfettiler. Bizi Afrika’ya, Rusya’ya, Yunanistan’a gönderdiler. Arnavutluk, İspanya... Amam bunun bedelini ödeyen bizlerdik! Proleterya, işçilerii köylüler, fakirler ödediler hep bunu!” “Savaş bitti!” der çoban. “Dağlarda kurt olduk, sloganımız : ya özgürlük ya ölüm!” diye başlar çobanın söylediği şarkı tarihlerden 25 Nisan 1945’tir. “Elimizde uzilerle ineceğiz vadilerden aşağıya, savaşmaya hazır bir şekilde. Kurbanlar arasında bekliyoruz intikamı, bu kuru yüzler arasında. Barikatlarda derslerini vereceğiz onların, kurşuna kurşunla...” diye devam ederken çoban ağaçların arasından bir faşist ateş eder. Çoban için savaş bitmiştir... Evet, savaş sadece kurbanlar için bitmiştir! Film başlamıştır...

Bu filmde yeniden anladığım bir gerçek var: Sungur Savran yoldaştan öğrendiğimiz “Ayaklar baş olacak!” sloganı gerçek olmadığı sürece, ayaklar hep başın cefasını çekdiği sürece; ayakların yapmaya kalkıştığı devrimler reformistlerin, stalinistlerin, sendika bürokratlarının, sosyal demokratların vd. daha çok saldırısına uğrayacak. ‘Baş’ her zaman ayakları ezecek... Alınan bir karar tarihi iptal edecek. Bu yüzden ayakların baş olması, işçi-öğrenci komitelerinin, proleter konseylerinin, kollektif yaşamı kuracak kollektif aklın ta kendisidir; 1920 İtalya’sındaki, 1918-19 Almanya’sındaki gibi sovyetler, komünler ve konseylerdir...



(28.8.2011 Afrika Pazar)

12 Eylül Anayasası’ndan İç-Savaş Anayasası’na burjuvazinin ‘seçme eserleri’!

Aziz Şah

“Savaş olurken anayasa yapılmaz” demiş Ertuğrul Kürkçü; savaş olmasaydı da kimin anayasası, neyin anayasası, kimin iktidarında, nasıl yapılacaktı. Kıbrıs’ta da kayda değer bir kitle, yapılacak bir ‘sivil-demokratik’ anayasa ile TC’nin demokratikleşeceğini ve bu durumun Kıbrıs’a da yansıyacağı beklentisinde. “Ya tutarsa!” diyenler epey fazla...

[1] Referandum ikliminden savaş iklimine

12 Eylül faşist darbesinin 31., 12 Eylül referandumunun 1. yıldönümünde, geçen yılki ‘referandum iklimi’nden farklı olarak bu yılı tarihsel kılan Arap devriminin başlamasından sonra; işgalden sonra ve Batı burjuvazisi ile birlikte TC burjuvazisi tarafından Libya’nın yağmalanmasının arifesinde, yani bugün; Suriye savaşı beklentisinin ve TC ile mevcut belli başlı Ortadoğu iktidarlarının (Suriye, İsrail, Kıbrıs Cumhuriyeti) arasında süren gergin havanın yağıp gürlemeye hazırlandığı günlerde, Kürdistan’da süren savaşın tam da ortasında burjuvazinin temsilcileri tutturmuş bir şarkı “Demokratik Anayasa” diye!

21. Yüzyılın ilk aşkı Arap devriminin yarattığı ‘tarihsel iklim’in Türkiye coğrafyasında oluşturduğu bu ‘zor’a karşın, Fransız İhtilali ile gelen anayasaya dair hatırlanması gereken bir durum vardır; Karnavalé Müzesi’nde sergilenen orijinal nüshanın altında “1791 Anayasası: Bu Anayasa İnsan Derisiyle Kaplıdır” yazılıdır.

Bu metaforik anlatım, aslında tarihi mücadelelerin, yani sınıf mücadelelerinin yaptığını; mücadele edenlerin ödediği bedellerle kazanılan hayatların ve toplum sözleşmelerinin zembille gökten inmediğini anlatmaktadır! Tabi, anayasa özelinde, biz Kıbrıslıların bu durumu anlaması pek de kolay olmasa gerek. Topu topu 2 anayasamız olmuş; birincisini dekolonizasyon sürecinde emperyalistler koymuş önümüze, ikincisini ise işgal edilmiş topraklarda sömürgecinin görevlendirdiği Mümtaz Soysal bizlere armağan etmiş! Anayasanın, sınıf mücadeleleri sonucunda kurulacağını anlamak bu sebepten zor olsa gerek. Sınıf mücadeleleri olmaksızın tarih düşünülemez... Bu yüzden aslında Kıbrıs’ta gidilen yol hep terstir. BM-AB-ABD denetiminde bir yönetimin oluşturulup anayasasının yazılması ile her şeyin çözüleceğini sanmak politik bir kurban törenine dönüşmüştür. BM parametreleri çerçevesinde bekliyoruz yeniden ve yeniden kurban edilmeyi!

[2] 12 Eylül referandumunun 1. Yılı

Tarihsel iklim, yani dışarıdaki devrimci durum, içerdeki iktidarı panikletmiştir. TC burjuvazisi Arap devriminden korkmuş, elini kolunu nereye koyacağını şaşırmıştır. Bu yüzden elini bir Libya’ya atmaktadır bir Suriye’ye. Geçen yıl bu vakitlerde çok başka bir yerde duruyorduk Ortadoğu coğrafyasında. Türkiye’de ise “yetmez ama evet/hayır ve boykot” çatallanmasında sıkışan bir sol vardı. Boykot kazanmış olsa da “iktidar”a karşı olan durumu karşısında hükmen mağlup sayıldı. Geçen sene bu vakit her şey “güllük gülistanlıktı”: 13 Eylül’de darbe karşıtı gruplar savcılıklara darbecileri ihbar ettiler, hesap sorulacak beklentisiyle. 1 yıl geçti ne hesap var ne defter…

Biz beklemeyenlerdendik. Nasıl ki, 12 Eylül Cuntası’nın başı Kenan Evren’e “emrinize amadeyiz” şeklinde mektup yazmıştı Vehbi Koç, geçen yıl da 13 Eylül’ün gazetelerinde TÜSİAD “yeni anayasa” istemişti:

TÜSİAD “ekonomik anayasa” istiyor. Terim Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’na ait, ama anlayış bütün patron örgütlerine. Kârlarına engel olan, sömürüde ayaklarına dolanan ne varsa kurtulmak istiyorlar. Tayyip Erdoğan Başkanlık istiyor. 2024’e kadar tepede kalmasına engel çıkartabilecek pürüzleri temizlemek istiyor. Kürtler eşitlik istiyor. Yıllarca inkâr edilen Kürtlüğü mücadeleyle kabul ettirdiler ettirmesine ama gerçekten eşitlik için anayasal güvence istiyorlar. (www.gercekgazetesi.net, Temmuz 2011, Levent Dölek )

Büyük bir farkla oluşan bir “talep” durumu var bugün: 12 Eylül faşist darbesinin arkasında TÜSİAD varken, 12 Eylül Referandumunda TÜSİAD ve MÜSİAD kampları var burjuvazi içerisinde. Kısacası İslamcı burjuvazi ile Batıcı-Laik burjuvazinin iç savaşında bir meydan muharebesiydi 12 Eylül referandumu.

[3] Kıbrıs’ın 12 Eylül’ü: KKTC

12 Eylül’ün Kıbrıs’a ettiğine gelirsek, Denktaş’ın deyişi ile “Darbe ile kurdum” dediği KKTC, yani Kıbrıslı Türklerin üretim döneminden “tüketim” dönemine geçişini altyapısıdır. Bugün yaşadığımız sorunların en vurguncusu olan, “üretim koşullarının” ortadan kaldırılmasının temelleri 12 Eylül faşist darbesi gölgesinde kurulan KKTC. “Besleme” paradigması 12 Eylül’le başladı.

Ayrıca bugün, “tarihsel bir ironi” olarak kendini inşa eden bir durum var. KKTC’nin kurulma kararı alınacağı akşam, Denktaş bütün milletvekillerini saraya kapatarak bir yemek verir; ülkedeki bütün telefonları keser ki dünyaya “ihbar edilmesin” bu durum… Bugün ise, sendikaların “Göç Yasası” dediği, oysa Kıbrıs’ın “24 Ocak Kararları”na karşılık gelen paketler zincirinin bir parçası olan özelleştirme yasası ile Telekomünikasyon Dairesi, Türk Telekom’a devredildiği vakit her gün “KKTC’nin kurulduğu gün” olacak!

Ayrıca Kıbrıs’taki ilkel birikim olanakları TC burjuvazisi açısından devam eden iç-savaşın birer hegemonya alanıdır. “Mersin’den yol” bağlamış olabilir TC Kıbrıs’a, ama esas hengame iç-savaşın Kıbrıs’ta kurduğu hegemonyadır. TSK’nın kendisi için yarattığı güven ortamında uyuşturucu kaçakçılığından “kaba” sınıf taarruzuna kadar, her türlü siyasal alanın hegemonya dahilinde olduğu TC burjuvazisi için Kıbrıs’ta hangi burjuva fraksiyonun ve bloğun hegemonya kurduğu, kendi iç mücadelesi açısından önemlidir. Bu yüzden Kıbrıs da 12 Eylül darbesi ve referandumunun mağdurudur: İdeolojisizlik söyleminin başlı başına bir ideolojik taarruz olduğu günümüzde, ‘sivil/demokratik bir anayasa’nın imkânsızlığı ideolojik tercihinden kaynaklanır. Herhangi bir sınıfın tekelinde olan bir anayasa ideolojik bir belgenin ta kendisidir.

Bir sınıfın veya onun hakim fraksiyonunundur anayasa. Bizim iç-savaş dediğimize “hakim blok içerisindeki çatlak” diyen bir hakim-sol anlayış vardır ki, iki blok arasındaki “çatlağı” kullanma derdindedir ya da “çatlağın” dönüp dolaşıp demokratikleşmeye yarayacağı, Kıbrıs’a yansıyacağı kanaatindedir. Kısacası TC’de devletin kurumlarının, sınıfın fraksiyonlarının karşı karşıya geldiği koşullarda, devletin silahlı güçlerine mensup zatların hapse tıkıldığı ve polisin ordulaştığı durumda, hiçbir çatlak çıkış yolu değildir. Çatlağa düşersiniz, ki sosyalist solun tarihindeki bu kuyrukçuluk uzundur… Çözüm her zaman “ne o, ne o”dur, üçüncü cephedir! Sendikal bürokrasimizin akıl koridorlarına itiraz ederek, diyorum ki: Üçüncü Cephe’de AB’ye yer yoktur, çünkü o da çatlağın yamasıdır!

Ayrıca, HAK-İŞ ve DİSK ayrımı da işçi sınıfını iki kampa yığmanın ve seçeneksiz bırakmanın ciddi bir örneğidir. Bu bağlamda, aynı şekilde TÜSİAD ve MÜSİAD kamplaşmasında, yani burjuvazinin iç-savaşında şaşırtıcı bir şekilde TÜSİAD “Kıbrıs’ı TC’nin kamburu” olarak görmeyi bırakmak ya da bu vurguyu yapmamak zorunda kalmıştır. Son tahlilde Kıbrıs TÜSİAD için hep tehlikeli bir alan olmuştur: 1974’ün 22 Ağustos’unda “Askeri harekat bitti, sıra ekonomik harekatta” diyen TÜSİAD ile 2000’lerin ortasında TÜSİAD’ın gayri-milli politikalar uyguladığı gerekçesiyle “Kıbrıs’ın istifa getirdiği” başka bir TÜSİAD var; kaldı ki bu bağlamda, o “ekonomik harekatı” da sürdürebilen MÜSİAD oldu! Diğer taraftan da MÜSİAD hem milliliğine halel getirmedi hem de emperyalizmin dümen suyunda kalarak, marjinal bir konuma düşmeden sürecin hem ekonomik hem de siyasi rantını elde etti:14 Nisan 2004’te “Kıbrıs’ta çözümü destekliyoruz!” şeklinde ortak bir kampanyayla iki farklı siyaseti yan yana savundular: MÜSİAD için TC’yi rahatlanmak ve bu rahatlamayı “uluslararasılaşmış” Kıbrıs’taki payını çoğaltmak için “Evet” önemliyken, TÜSİAD “AB yolunda bir adım” için yaklaştığı Kıbrıs’ı, hep Cem Boyner’in gördüğü noktadan gördü: “Kıbrıs’ın tümünü bize verseler, Kıbrıs yüzünden dış politikada çektiklerimize, Türkiye’nin dış politikada kaybettiklerine değmez.” (akt. Ahmet AN, Kıbrıs Nereye Gidiyor, Nisan 2003, Everest Yayınları, s.35) İslamcı-burjuvazi ise “kaybettikleri” üzerinden değil elde etme olanakları üzerinden Kıbrıs’la bir ilişki kurduğu için ilkel birikim süreçlerini içerdeki Kıbrıs Türk burjuvazisinin elinden alarak kendi hegemonyasını kurmuştur.

Başka bir deyişle İslamcı-burjuvazi Kıbrıs’a istirdat (geri alma) projesi üzerinden baktığı ve buna karşın Batıcı-laik burjuvazi Avrupa yolunda kriz olarak gördüğü için Kıbrıs’tan yararlanma biçimleri farklılaştı. Kıbrıs Türk burjuvazisinin hayalini kurduğu devlet artık kâbusa dönüşmüştür, çünkü İslamcı burjuvazinin tahayyülünde kendi denetiminde olmayan bir Kıbrıs pazarı yok: “Federe Türk Devleti Kıbrıs’ta kurulmuştur ve sınırları Türk askerinin gittiği yerdir” diyordu Denktaş 16 Ağustos 1974’te. Artık öyle bir devlet yoktur; 12 Eylül faşist cuntası ile Kıbrıs Türk burjuvazisine armağan edilen KKTC, AKP iktidarının “pasif devrim”i ile geri alınmıştır.

[4] Faşist Cunta’dan Pasif Devrim’e 12 Eylül

24 Ocak kararları, 12 Eylül darbesi arifesinde TC kapitalizminin neoliberal dönüşüm geçirerek uluslararası emperyalizm ile daha da bütünleşmesinin bir birleşme noktasıdır. 12 Mart darbesinden önce yükselen sınıf mücadelesi ve sermayenin birleşen ve değişen karakteri (finans kapital evresi) önce darbenin olmasına vesile oldu, darbeden sonra da bir sivil toplum örgütü doğdu: TÜSİAD! 12 Mart darbesinden hemen sonra kurulan finans kapital örgütü TÜSİAD’ın taleplerini ve yükselen sınıf savaşını bastırmanın çaresiz yolu 12 Eylül 1980’di. Kısacası medyaya hakim olan (sol) liberal tez bu noktada ifşa edilmelidir:

“Sol liberal tez, içindeki sınıfsal çatışmalardan soyutlanmış bir “sivil toplum”u bürokratik despotizmin karşısına yerleştirerek bürokratik devlet aygıtıyla çelişki içine giren her akımı ve siyasal gücü otomatik olarak demokrasi cephesine yerleştiriyor. Karşı kamptaki Ulusalcı ve Kemalist görüş ise yöntem olarak aynı kapıya çıkan bir biçimde Türkiye’nin ilerlemesi ve çağdaşlaşmasında, sınıflardan bağımsız bir asker sivil bürokrat zümreye kendi içinde bir ilericilik payesi veriyor.” (Devrimci Marksizm sayı 12, Levent Dölek “Burjuvazinin iç savaşı üzerine” s.42) Bu bağlamda, BirGün gazetesinde yayınlanan bir yazı (Darbeciler kimlerdir? Tuncay Yılmaz 14 Eylül 2011), darbe çağrıları yapan TÜSİAD gibi bir örgütün bugün “darbe karşıtı cephe”de gösterilmesine karşı solun yeni bir kampanya başlatması gerektiğini vurguluyor. At izinin it izine karıştığı, darbelerde işkence tezgahlarına yatırılan solun “darbe taraftarı” çıkarıldığı bir medya ortamında TÜSİAD’ın durduğu yeri hatırlamak için kayda değer bir çağrı.

Kısacası devletin ve ekonominin yeniden örgütlenmesi, ya da devrime dönüştürülemeyen devrimci durumun faşizm olarak geri dönmesi . Son tahlilde, yönetici sınıfların yönetemediği, yönetilenlerin de yönetilmek istemediği koşullarda devrimin yerini faşizmin almasıdır 12 Eylül.

Bu sürecin diğer yönü ise, darbenin “rıza-zor” bağlamında kurduğu ideolojik-politik, ekonomik ve askeri hegemonya. İdeolojik hegemonya ihtiyacı, “Bizim çocuklar yaptı” cümlesiyle ve Amerikan emperyalizminin “yeşil kuşak projesi” ile doğrudan bağlantılıdır. Yeşil Kuşak Projesi, Sovyetleri kuşatmak amacıyla İslamcı hareketlerin bölgede kurulması, örgütlenmesi, kurgulanan bir savaşla SSCB’ye karşı hegemonya kurması ve bölgedeki “komünizm” sempatisini kırmak amacıyla devreye sokulmasıdır. Bu amaçla Afganistan’da sonradan EL Kaide olacak mücahitler desteklenmiş, Müslüman Kardeşler kurulmuş, Türkiye’de son halkası AKP olan İslami partiler de bu bağlamın sürekliliğidir. Bugün Mısır’da AKP programını kelimesi kelimesine tercüme ederek, kurulması planlanan AKP’nin varlığının önünü açan “irtica tehlikesi” ile korku hegemonyası kuran Kemalizmdir! “Miting kürsülerinde Kuran’dan ayetler okuyan Kenan Evren, Yozgat’taki bira fabrikasını tefdiş ederken ikram edilen birayı kibarca çevirmek gibi ince taktikleri de ihmal etmiyordu. 12 Eylül’ün ardından Nakşibendi kökenini hiçbir zaman Gizlemeyen Özal’lı yıllar İslamcılığın atak yaptığı yıllar olmuştur. İmam hatip liseleri patlama yapmıştır. Bu patlama daha sonra Demirel’li yıllarda da sürecektir.” (Levent Dölek, agy. s.45)

Paramiliter örgütlerden AKP’nin eliyle “Pasif Devrim”e

Soğuk Savaş’ta paramiliter terör örgütleri kurarak özellikle dış-Türklerin yaşam alanında (mesela Kıbrıs’ta, Irak’ta) ve Avrasya’da-Balkanlar’da hegemonyasını kuran TC, bugün de AKP’nin ideolojik tahakkümünün alanını genişleterek benzer bir işlevi kapitalist emperyalizm için sürdürmektedir. TC burjuvazisinin taarruz etmeye hazırlandığı Libya, bugün Arap devriminin kara koyunu olarak, ılımlı İslam modeline yelken açarken, geçmişte AKP’sini kuran Fas ve kurmaya hazırlanan Mısır bu durumun göstergesidir. Recep Tayyip’in seçimden sonra yaptığı balkon konuşmasında gözünü diktiği coğrafyalarda bu ideolojik tahakküm kurulmaya çalışılmaktadır.

Bu coğrafi yan okumalarla birlikte, 12 Eylül ile ilgili diğer bir kırılma noktası 1979 İran İslam devrimidir. 79’da İran’da gerçekleşen İslam devrimine NATO cephesinden verilen bir cevaptır 12 Eylül. Bugün de benzer bir durum Arap devriminin barındırdığı zaaflar vesilesi ile yaşanmaktadır. Sermayenin pasif devrimi olarak andığımız AKP, Libya ve Suriye bağlamında Arap devrimi karşısında bir set işlevi görmektedir. Mısır’da ise devrimi, “pasif devrim” sınırları içerisinde tutmaya çalışan Arap burjuvazisi için AKP başarılı bir müttefiktir. Son tahlilde AKP’nin görevi, başladığı gün itibariyle aşiretler ve hakim sınıflar arası bir iç savaş olan Libya sürecine her ne pahasına olursa olsun müdahil olmak. Ki o Libya, daha sonra NATO müdahalesi ile karşı karşıya kaldığı zaman, bu müdahale Libya’dan fazla Arap devrimine yapılan müdahaleydi. AKP ise yarın da Suriye’de benzer bir işlev üstlenerek NATO’nun ideolojik aygıtı olarak görevini sürdürecektir.

Pasif devrim, ilk bağlamda bir ülkedeki kitle hareketini soğuttuktan sonra onun taleplerinin bir kısmını hayata geçirmek ve mobilize olan kadroların bir kısmının yeni iktidar bloğuna katılması suretiyle denetlenen bir süreçtir. Pasif devrim, ikinci bağlamında ise, başka ülkelerdeki devrimci süreçler karşısında başka ülkelerin burjuvazisi tarafından içerde ve dışarda yürütülecek bir soğutma stratejisidir. Son tahlilde, İran devrimi karşısına çıkarılan bir 12 Eylül varken; Arap devrimi karşısına çıkarılan bir AKP vardır!

[5] Neoliberal Güvenlik Devleti, Pasif Devrim, İç Savaş

Express dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında kafadarım-ağabeyim Serkan Seymen’in bir yazısına denk geldim, pek sevindim; Kıbrıs’tan gitti ama Kıbrıs’ı terk etmedi, dedim. Şöyle diyor Serkan, “Erdoğan Kıbrıs’ın Kuzey’inde misafir değil, “esas başbakan” olarak karşılandı. Aynen Adana, Mersin, Konya, Rize’de olduğu gibi. Ancak eksik bilgi şu: Havaalanında Erdoğan’ı “Başbakanımız” diye karşılayan kalabalığın büyük çoğunluğu Adanalı, Mersinli, Konyalı, Rizeli, Hataylı ya da Antepli vatandaşlardı. Erdoğan’ı bir de “Hopalı” gibi karşılayan Kıbrıslılar vardı ki, onlar aynı Hopa’daki gibi gaz bombalarından ve coplardan nasiplerini aldılar. Türkiye medyası KKTC tarihinde pek eşine rastlanmayan bir polis şiddetine maruz kalan bu protestoculardan bahsetmemeyi tercih etti.” Hopa’yı anlamak bu yüzden önemliydi Kıbrıslılar için ta ilk günden, ama Kıbrıslılar dışarıya kapalı içeriye de kör baktıkları için polis dayağı daha öğreticiydi. Kaldı ki, Serkan’ın “pek eşine rastlanmayan” dediği durum “Neoliberal Güvenlik Devleti”ydi.

5 Ocak’ta ODTÜ’de “AKP’ye, YÖK’e, Polis’e Başkaldırıyoruz!” eyleminde ne olduysa, Hopa’da o sürdürüldü, 19 Temmuz’da Kıbrıs’ta devam etti, kaldı ki ayni günlerde Zeytinburnu’nda taarruz Kürtlere yöneldi; eski Sömürge Bakanı, yeni meclis başkanı Cemil Çiçek’ten sonra, TC’nin Kıbrıs işlerinden sorumlu yeni Sömürge Bakanı Beşir Atalay’ın ziyaretinde gördüğümüz polis ve çevik kuvvet taburlarının Ankara’da, Hopa’da ve Zeytinburnu’nda olanlardan niteliksel farkı yoktu. Artık modern bir sömürge devletimiz var: Güvenlik ve sınıf taarruzu iç içe geçmiş durumda.

Devletin Hopa’ya olan nefreti 12 Eylül’e dayanır, sosyalizmin toplumsallaştığı ve devletin ortadan kalktığı bir yerdi Hopa; keza ODTÜ de aynı şekilde polisin giremediği bir Mekân; 12 Eylül’se Kürtlerin toplama kampı; Kıbrıs’ta olanlar ise, bu üçü kadar olmasa da, uzun bir “beklentilerin karşılanamadığı” tarihe dayanır Kıbrıslılar açısından, ama devlet açısından “beklentilerin karşılanamadığı” değil, tam aksine “yürüyen işlere” en küçük bir itiraza dahil tahammül edilememesi sonucudur. Kaldı ki işin bir de inkar edilen “işgal hali” vardır ki, geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olay ironik bir şekilde, “Kıbrıs’ta işgalci TC değil, AB ve ABD’dir” tezini yeniden hükümsüz kılmıştır. Malatya’dan telefonla aranıp “ölüm listesinde 4. sıradasınız” deniyorsa Afrika gazetesi genel yayın yönetmenine, sormak lazım solumuza, “TC hala işgalci değil mi?” Mafyası-burjuvazisi burda işini yürütüyor, sıkıştığı yerde polis-ordu önünü açıyor, “kaçakçılık olanakları” yaratıyor; onların yapamadığı yerde Malatya’dan vurucu tim yola çıkıyor... Ya da Habertürk yazarı Yiğit Bulut’un deyişi ile: “Hoşgeldin Kıbrıs! Yeni vilayetimiz!” Bu yüzdendir ki, TC’nin iki sömürgesi Kıbrıs ve Kürdistan’da ortak mücadele, Türkiye işçi sınıfı ile birlikte olmaksızın başarıya ulaşamaz; hele ki, kapana kısılmış Kıbrıs’ta...

11 Eylül’ün 10. Yıldönümü vesilesi ile CNN Türk’te yapılan programda, yıllarca Türk ordusunun Kıbrıs’taki konumunu eleştiren büyük Türk liberali Mehmet Altan, Friedman okulunun Şili’de büyük işlere imza attığından, uygulamaların başarıya ulaştığından bahsetti. Milyonlarca insanın ölümü pahasına sürdürülen bu uygulamaları savundu liberallerin şahı. İşte, neoliberal güvenlik devleti dediğimiz budur. Baskı ve şiddet olmaksızın uygulanamayacak ekonomik tedbirleri, terör, şiddet ve hatta darbe yoluyla uygulamak. 12 Eylül’e sözde karşı çıkan bu liberale de 11 Eylül Şili darbesini savunmak düşerdi... Daha da kötüsü, bizim “aykırı” sendikalarımız, bu liberalleri yıllarca Kıbrıs’a konferans vermeleri için getirttiler!

Neoliberal Güvenlik Devleti’ni, bugünün Türkiye’sinde “Pasif Devrim”den ayrı düşünmek imkansızdır. Güvenlik Devleti ne kadar da bir Avrupai durumsa, Türkiye koşullarında zaten 12 Eylül’den beri var olan küstah otoritenin, pasif devrimle yeniden üretildiği ve maruz gösterildiği koşullarda mücadele Puerto del Sol’dan ve Sindagma’dan da zordur. Bu pasif devrimin iç-bükey okumasında da süren bir TC burjuvazisinin iç savaşı varken, mevzuu “zaptedilen mevzilerin” terk edilmemesine dayanmakta, zoru ve rızayı kullanarak pasif devrim sürdürülmektedir. Bu mevzilerden Kıbrıs ise iç savaşın “ en hızlı bitmiş” görüntüsü veren muharebesidir. Serkan Seymen’in, Erdoğan’ın Kıbrıs ziyareti üzerine yazdığı yazıdan okursak: “İşin, ilginç yanı, Erdoğan’ın sert açıklamalarının ardından en çok övgü Cumhuriyet’ten geldi. Cumhuriyet manşetinden aralarında Mümtaz Soysal’ın da bulunduğu tüm köşe yazarlarına, AKP hükümetini “gönülden kutladı”. CHP de iktidarın yeni Kıbrıs politikasını desteklediğini açıkladı. Margulies ve Altınok başta olmak üzere, Taraf yazarlarından bu konuda bir açıklama yapan niyeyse olmadı.” Benzer bir okumayı, TC burjuvazisi iç-savaşı açısından Libya üzerinden de yapabiliriz. “Kaddafi karşıtı olayları, bu Kuzey Afrika ülkesinin yer altı kaynaklarına sahip olmak isteyen, Fransa ve ABD başlatmış olsa da” diyerek söze giren Orhan Birgit, şöyle devam ediyor: “Libya’da yeni oluşumun kaymağını Türk işadamlarının yiyeceği anlaşılıyor.” Emperyalizmin TC çıkarları karşısında değil, tam aksine TC düzeninin emperyalizme dahil olduğunun bir itirafı olan bu sözler Ulusalcılığın kendi tezlerini reddidir. Kıbrıs’tan sonra Libya’da da önü açılan Cumhuriyet gazetesi için burjuvazi olmuştur: “Kendi dünyalarını genelde iç alım ve dış satım üstüne kurmuş olan işadamlarımızın önünde deniz aşırı yeni ve büyük bir Pazar açılıyor.” (Cumhuriyet, 30 Ağustos 2011)

İç savaş sürüyor, Arap devrimi de sürüyor, AKP’nin pasif devrimi de; yeter ki biz, Puerto del Sol ile Tahrir’i ve Sindagma’yı, Amed’i ve İstanbul Taksim’i, kuzey Kıbrıs’ta TC elçiliğinin önünü birbirine bağlayalım, Tayyip’in balkon konuşmasından daha fazla enternasyonalist olalım!

(14-17 Eylül, Kıbrıs’ta Afrika gazetesinde yayınlanmıştır.)

27 Eylül 2011 Salı

Demokratik Haklarını Kullanan Kıbrıs Emekçilerinin Yanındayız

TÜRKİYE DERİ-İŞ SENDİKASI GENEL MERKEZİ

Ali Nihat Tarlan Cd. Ertaş Sk. Ardil İş Merkezi N:4 K:3 Bostancı/ İSTANBUL

Tel: o 216 572 90 50-51 Fax: 0 216 572 90 53 e-mail: info@deriissendikasi.com

22.07.2011


Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın KKTC’ye yönelik ziyareti esnasında kendisini protesto etmek isteyen sendikalara ve demokratik kitle örgütlerine yönelik gerçekleşen baskınlara ve saldırılara karşı Kıbrıslı emekçilerin yanında olduğumuzu ilan ediyoruz.

Kıbrıs sorununun dünya siyasetindeki belli başlı sorunlardan biri olduğu ve Kıbrıs halkının çözülemeyen bu sorun nedeniyle ciddi sıkıntılar yaşadığı herkesin malumudur. KKTC’nin Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmamış olması ve adaya konumlanan binlerce asker ve fiili olağanüstü hal hali, buna ek olarak Kuzey’in ekonomik ve siyasal açıdan Türkiye’ye bağımlılığı ve gündelik yaşamı tehdit eden kontrolsüz nüfus akışı ve mafya vb suç örgütlerinin yaygınlığı doğal olarak Kıbrıs halkının tepkini çekmektedir. Bu haklı sebeplerle hareket eden Kıbrıs emekçilerinin taleplerini demokratik yöntemlerle ortaya koymaları ve mevcut duruma sebep olarak gördüklerini protesto etmeleri de en temel haktır. Kıbrıs sorununun bir parçası olan ve sendikaların genel grevinin ardından Kıbrıs halkına hakaret eden Türkiye başbakanını protesto etmeleri de demokratik normlara uygun, evrensel bir haktır. Doğal olmayan ise bunun baskı ve zor ile engellenmeye çalışılmasıdır.

Başbakan Erdoğan’ın ziyareti esnasında KTAMS’n polis tarafından basılması, KTOEÖS ve KTÖS’teki pankartların zorla indirilmesi ve protesto hakkını kullananların polis şiddetine maruz kalması kabul edilebilir bir durum değildir. Kıbrıs emekçilerinin ve onların meşru örgütleri olan sendikalarının talep ve eleştirilerinin zorla engellenmesi meydanlarda atılan nutuklarda dile getirilen güzel sözlerin samimiyetini de tartışmaya açacaktır.

Bizler söz ve ifade özgürlüğünü savunuyor, baskı ve zora uğrayan Kıbrıslı sendikalara, üyelerine ve Kıbrıs halkına geçmiş olsun diliyor, onların haklı taleplerinde yanlarında olduğumuzu vurguluyoruz.

Kıbrıs sorunu Kıbrıs halkının ve emekçilerinin talep ve eleştirileri dinlenmeden çözülemez. Kıbrıs sorunun çözümü Kıbrıs halkının ellerindedir. Güzel Kıbrıs adasının barış ve huzur adası haline gelmesi ancak Kıbrıs emekçilerinin ortak mücadelesiyle hayat bulacaktır.

Deri-İş Sendikası Yönetim Kurulu

“AYNI SULARDAN İÇMİŞİZ BİZ…”


SİBEL ÖZBUDUN

“Duvarların kulağı varsa,

sizin kulağınızın da

duvarı var!”[1]

Hemen vurgulayayım; bu yazı öncelikle “kişisel” saiklerle yazılıyor. Aylarca katlanmak zorunda bırakıldığım(ız) bir “duygusal işkence”den hiç değilse üretken sonuçlar çıkarma gayretinin bir ürünü. Hani, onbeş dakikada bir beşuş çehreleriyle ellerini-kollarını sallayarak evlerimize taarruz eden AKP’li “hoşnut yurttaşlar korosu”nun “hadi bi daha, bi daha bi daha” nakaratlı “öpüşün, koklaşın, barışın, aynı bağın gülleriyiz biz” yaveliğinin boğazımıza dolandığı “duygusal işkence”den söz ediyorum.

O kadar çok tekrarlandı, o kadar gözümüze-kulağımıza sokuldu ki, artık üzerine düşünemez olduk. Eminim, kimi sabahlar siz de beyninizin içerisinde çınlayarak uyandınız: “Aynı yoldan gelmişiz biz,/ Aynı sudan içmişiz biz,/ Yazımız bir, kışımız bir,/ Aynı dağın yeliyiz biz.”

Oysa düşünmek gerek: kim kiminle “aynı bağın gülü?”

Örneğin hakkında onbinlercemize, yüzbinlercemize karşı işlediği “insanlık suçu” “zamanaşımı” gerekçesiyle örtbas edilmekte olan ve muhtemelen yatağında, huzur içinde öldükten sonra, hakkında “tabii kimi aşırılıkları oldu ama, ülke uçurumun eşiğine gelmişti, ne yapsındı…” yollu güzellemeler düzülecek olan Kenan Evren ile mi “aynı bağın gülüyüz biz?”

Gece vakti evleri basılan, taranan, köyleri yakılan, sevdiklerinin cesetlerini “toplu mezarlar”dan toplayan Kürtler mi özel timciler, JİTEM’ciler vb. ile “aynı bağın gülü”?

Canları Sivas’ta Madımak otelinde salavat nidaları arasında diri diri yakılırken “kışkırtıcılık”la suçlanan Aleviler mi, kundakçılarıyla “aynı bağın gülü”?

Toprakları, suları siyanüre belenen, dereleri pazarlanıp borulara tıkıştırılan köylüler mi yaşam haklarından kârlar devşirmeye meraklı irili ufaklı şirketlerin sahipleriyle “aynı bağın gülü”?

“Parasız, anadilde, bilimsel eğitim” istedikleri için kolları-bacakları-kafaları kırılan, yerlerde sürüklenen, gaza boğulan öğrenciler mi “çevik kuvvetler”le “aynı bağın gülü”?

Akşam eve ekmek götüremeyen işsiz, günde onaltı saat hela molası vermeden çalıştırılan taşeron, silikozisten mutlak bir ölüme mahkum, Tuzla tersanelerinde iskeleden beyin üstü yere çakılan kayıtdışı işçi, bebesinin yetersiz beslenmeden kucağında can vermesini umarsız izleyen yoksul kadın mı 4x4’lerden inmeyen, kışın İstanbul, yazın Bodrum eğlence mekânlarını dolduran, bir akşam yemeğine bir asgarî ücret bırakanlarla, ya da onların Chanel tesettürlü “İslâmcı” muadilleriyle “aynı bağın gülü”?

* * *

Evet AKP’nin bütün bir seçim döneminde kulaklarımızdan aşağıya boca ettiği yave, bir yanıyla haklı öfkemizin, sınıf öfkemizin üzerini cilayla örtme girişimi.

Ama onun ötesinde bir başka niyet daha sırıtıyor gerisinde: “Şarkılarda bir, türkülerde bir,/ Hep beraber söyleriz biz./ Halaylar bir, horonlar bir,/ Aynı sazın teliyiz biz.

Gel de hamasî bir “vatan şairi”nin, Behçet Kemal Çağlar’ın dizelerini anımsama: “Ey sinsinler, horonlar, halaylar diyarı hey!

AKP’liler muhtemelen sevmezler; sağ olsaydı, onun da AKP’lilerden hiç haz etmeyeceği aşikâr. Behçet Kemal, en koyu “Atatürk aşıkları”ndan, Türkçü/milliyetçi bir “vatan şairi”ydi. “Kurucu Baba”nın iltifatlarına sıkça mazhar olmuş, onun sofrasındaki muhabbetlere katılma şansını defaatle elde etmiş, milletvekilliği yaptığı tek parti döneminde, partinin “gericiliğe/yobazlığa prim verdiği” gerekçesiyle hem vekillikten, hem de partisi CHP’den istifa edecek kertede “şecaatli” bir Atatürkçü’ydü. Tabii aynı zamanda Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav gibi solcu öğretim elemanlarının DTCF’nden atılmasını ve yargılanmasını Meclis kürsüsünde yaptığı ateşli konuşmalarla destekleyecek kadar hızlı bir anti-komünistti de…

Her Türk milliyetçisi gibi, Behçet Kemal Çağlar’ın milliyetçiliği de konjonktürel bir dışlayıcı-kafatasçılık ile “sinsinler-horonlar-halaylar” asimilasyonculuğu arasında salınmaktadır. Tarihsel olarak bu denli çok kültüre ev sahipliği yapmış, özellikle de nüfusu bir yandan işgaller, bir yandan da Balkan ve Kafkasya göçleriyle iyice heterojenleşmiş bir coğrafyada, “Orta Asya’dan gelme Alpin ırkından Türk ulusu” söylencesinin çok da tutmayacağını bittecrübe öğrenmiştir çünkü. Özellikle de Nazizmin yenilgiye uğrayarak gözden düştüğü II. Dünya Savaşı sonrası dünya sahnesinde…

Dolayısıyla bugün Türk milliyetçiliği (MHP’ninki dahil) “arî ırk” dayatmacasından ise, “imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış kitle” söylencelerine sarılır dönüp dolaşıp:

Kimi halay çeker, kimi horon teper, kimi sinsin oynar, bazısı Türkçe türkü söyler, bazısı Kürtçe, kimi semah döner, kimi semaya durur, kiminin alnı secdeden kalkmaz; ama hepsi aynı şanlı tarihin mirasçıları, kaderde-tasada-kıvançta ortak aynı milletin çocukları, aynı ülkünün paydaşları, aynı görkemli geleceğin yolcularıdır… Bu topraklar ve bu “şanlı” geçmiş, onları kaynaştırmış, bir “millet” kılmıştır…

İşin ilginç yanı, yakın zamanlara kadar kendini Türk milliyetçiliği mirasından özenle ayırma görüntüsü veren, “alt-kimlik/üst-kimlik” meselelerini devlet katında dile getiren, yerel özerkliklerden vb. söz açan AKP’nin dönüp dolaşıp, aynı hamaset batağında diğerleriyle, Atatürkçülerle, MHP’lilerle, “ulusal solcular”la buluşması. Bir zamanlar diline doladığı “Anayasal yurttaşlık” filan gibi arayışlara boşverip, “öpüşün, barışın, koklaşın, hepimiz aynı has bahçenin gülleriyiz” yolundaki, artık iç bayıltıcı hâle gelmiş bir söylemden medet umması.[2]

AKP’nin bu “birlik ve beraberlik” ruhuna “Gönüller bir, dualar bir, /Bir Allah’ın kuluyuz biz,” repliğiyle eklemeye çalıştığı “maneviyatçı/dinsel sos” dahi, gerideki ham ve asimilasyoncu milliyetçiliği örtmeye yetmiyor…

N O T L A R

[*] Newroz, Yıl:5, No:178, 29 Haziran 2011

[1] Fransa’da 1968 Mayıs’ı sloganı.

[2] Hani iş sadece “aynı sudan içmişiz biz”le sınırlı olsa, neyse, diyeceksiniz ki tesadüf... Ama işte AKP’nin 2011 seçimlerinde kullandığı propaganda şarkılarından bazılarının başlıkları: “Beraberiz biz hepimiz”, “Haydi Anadolu”, “Bu memleket hepimizin”, “Bir ve beraberiz”, “Her şey bu millet için”, “Biz hepimiz Türkiye’yiz”…

Enternasyonalist Dayanışma’ya para / disiplin cezası!



Enternasyonalist Dayanışma - Lefkoşa

2010 yılının 1 Eylül Barış gününden beridir, aktif olarak Kıbrıs’ta meydanlarda yerini alan devrimci Marksist “Enternasyonalist Dayanışma” çevresinin, 28 Ocak Genel Grevi’nden sonra Türkiye ve Avrupa’da yürüttüğü uluslararası Kıbrıs kampanyalarına Alman polisinden ceza geldi. 28 Ocak’ta dağıtılan “Dayanışma halkların zarafetidir!” başlıklı bildiride bir hafta içerisinde yapılacaklar özetlenmişti:

“Akdeniz, Mare Nostrum (Bizim Deniz) olma yolunda ilerlemektedir. Kıbrıs ise bu enternasyonal mücadelenin bir cephesidir. Daha önce UPS ve Tekel mücadelelerinin başarısı için Avrupa’da dayanışma örgütleyen sendikacılar ve gençler, şimdi de Kıbrıs’taki 2011 Ocak ayı eylemlilikleri, genel grev ve 28inde yapılacak mitingle dayanışmak amacıyla Berlin’de Türkiye Cumhuriyeti elçiliği önünde, 28 Ocak’ta (yani bugün) pankart açıp bildiri dağıtacaklardır. Önümüzdeki hafta ise Münih’te “Bir sömürgede genel grev ” başlığı altında Kıbrıs’taki mücadeleyle dayanışma paneli ve gene Münih’te NATO Güvenlik Zirvesi’nde Kıbrıs için pankart açıp bildiri dağıtacaklardır.”

Panel yapıldı. 4-5 Şubat 2011 Münih’te düzenlenen NATO Güvenlik Konferansı’na karşı eylemlerde “NATO Kürdistan’dan ve Kıbrıs’tan Defol!” başlıklı bir bildiri dağıtıldı, pankart açıldı, yüründü... Berlin’de TC elçiliğine gidildi. Hatta NATO Güvenlik Konferansı’na karşı yapılan konserde Enternasyonalist Dayanışma, Alman yoldaşların daveti üzerine pankartla sahneye çıktı; repçi yoldaşlar o anda, spontan bir Kıbrıs’la dayanışma şarkısı söylediler.

Olan oldu, aylar geçti. Hatta bu sürede, Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya, Berlin, Viyana’da da Kıbrıs eylemleri oldu. Aylar geçti ve Alman Polisi, Münih’te zirvede açılan Türkçe, Yunanca, Almanca ve İngilizce dillerindeki pankarta 320 Euro ceza kesti! Sebebi ise, yürüyüş düzenine uymamak ve pankartı yan tutmak! İlla ki askeri düzenle yürünecek, illa ki disipli, illa ki ceza...

Gözetim toplumunun geldiği noktayı görmek açısından anlamlı. Neoliberal güvenlik devletinin, yani polis devletinin kendi kendini ifşaa etmesi anlamına geliyor bu durum: Polis kamerasından tespit ettikleri militana kesilen ceza!

Avrupa Birliği’nin “demokrasi”sini hala konu edenlere ve AB’nin Kıbrıs’a çözüm olacağına hala inananlara bir ders daha, cezası bizim dersi sizin olsun...