Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]

Bundan sonra "Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]" ismi ile http://uluslararasisinifmucadelesi.blogspot.de/ sayfasındayız.

30 Eylül 2011 Cuma

bir günlüğüne ‘ev kadını’ olmak erkeklere dünya ekonomisini anlatır, desem...

Aziz Şah


“Konuşmaların en önemlisi kendi kendimize olanıdır. Ama bunu çoğu zaman ihmal ederiz.”

Oxenstiern.

faize özdemirciler’in güzel feminizan hatırına...

Nasıl ki dışarılıların ahkam kesmesi içerilileri kelimenin zarif anlamıyla pek içlendirirse, gerçek anlamıyla da öfkelendirirse, sömürgeci ve sömürgeleştirilenin karşılaşmaları ne kadar sert olursa, ya da şahsen ben bir beyaz adamın, “çok enteresan bir coğrafyanız var” sözüne öfkelenirsem; “benim hayatım senin sirk maymunun değildir, seni enterese etmez” dersem... ya da oryantalist bir söylemin altındakinin başını küçükken ezme isteği kafatasımı çatlatırsa... en ucuzundan ‘besleme’ sözüne en asalak Kıbrıslı’nın bile öfkelenme hakkı varsa: erkeklerin feminizm mevzuunda konuşması da işte öyle bir durumdur. Bağımsız alanlar olsun, işçilerin bağımsız alanları, kadınların özerk alanları, üniversiteli-liseli gençliğin kendine ait mekânları olsun, hepsini kendinize bağlamayın bre ilhakçı, iltihakçı zihinler...

Fazla teorik konuşmayacağım. Erkeğin üretkenliğinin ön koşulu kadının emeğidir. Yorgun-argın, aç ve uykusuz eve geldiğim bu Cuma akşamında, eğer annem önüme bir tabak molohiya koymamış olsaydı, bu yazıyı zor yazardım. Olay bu kadar basit, erkeğin üretkenliğinin ön koşulu kadının varlığıdır, hatta varlığının sömürgeleştirilmesidir. Çünkü annem önüme bir tabak yemek koymak zorundadır, bu bir sömürgeleştirmedir... Kapitalizm işe doğanın ve kadının sömürgeleştirilmesiyle başlar. Fazla mı erkek olmayan şeyler! Ne de olsa maçolukla mücadele etmek zor... Hele sömürgeleştirme kavramının pankartlarda anlamını yitirmeye başladığı Kıbrıs’ta!

Arkadaşımız Evrim Mehmet, beni Radyo Mayıs’taki Yasemin Sokağı programına aylar önce çıkardığında bir fırsatını yakalarkenden feminizm bahsini açıp bana ‘sobe’ çekmeye niyetlenmişti. Ona göre, feministlerin yanlış yaptıkları, ‘kullanıldıkları’, eksik yaptıkları ne ‘varsa’, feminizmin tarihten ve daha çok da coğrafyadan iptali için yeterliydi. Bağışıklığım bu tür durumlara karşı güçlendi, çünkü feministleri bir başka sevdiğimi, bizim tahayyül ettiğimiz dünyaya bir başka dil ile ulaşmak isteyişlerini seyretmeyi bile sevdiğimi bilenler hemen lafı “çakma” gailesine girerler, hele ki içki sofrası varsa... Gece kulüplerinde çalıştırılan kadınların bu işi zevkle yaptıklarını, bilerek ve isteyerek Kıbrıs’a geldiklerini öğrenirsiniz; en alasından ilericilerin söylediğini görürsünüz bunları. Bir adım ileri gider, iki adım gerideki çukura düşersiniz. Sosyal medyada bir feminist arkadaşım bir zamanlar, “cinsiyetçi nitelikteki bağımsızlıkçı sloganların getireceği bağımsızlık benim bağımsızlığım değildir” demişti, ne kadar güzel söylemişti; Afrodit tahayyülünden öteye gidemeyen oryantalizmin, politik-ekonomik kanadı emperyalizmin Kıbrıs’a giydirdiği maske de Afrodit olmaktan başka bir şey değil, hiç olmadı. Yani nesneleştirdi, “bu masada özne yok, bırakın müzakere etsinler...” Bizim ilericilerimize ne, nesneden özneden. Derme çatma sloganlar yeterlidir...

Bir zamanlar bir antropoloji hocamla “yabancı” kavramı üzerine tartışırken, ben beyaz adama öfkelenirken, hocam beni yatıştırdı: Kadınlar da bana çok somut bir şekilde yabancı, demişti. Sana yabancı olanın sloganları da sana yabancıdır, yaptıkları da, talepleri de, itirazları da, hatta yaptığı hatalar bile sana yabancıdır... Bu yüzdendir, sana yabancı olduğu için konuşmasan daha iyidir: Gölge etme başka ihsan istemez feministler, bayım. Ama bilir kişiler hep erkek olur ya, konuşmak ve hakikat hep erkektir... Sözün özü, yabancı falan ama; feministlere duyulan nefreti, evet, kelimenin tam anlamıyla nefreti, iktidara bağlıyorum. Buldukları en küçük bir boşluğu, mekânı bile bir iktidar aracına dönüştürmek isteğine. Ya da daha da basit: eşitliği sevmiyorlar... “Çek be adam kadınların rahminden elini!” sözü bir taleptir: Bedenin sömürgesizleştirilmesi talebi; kadın bedeninin vatan tahayyülünde nesneleştirilmesine karşı bir çığlık; yurtseverliğe karşı, iktidar karşısında yutkunmaya karşı bir itiraz. Şu an Kıbrıs’taki en devrimci taleplerden biridir, mazisinde anlattıklarıyla. O yüzden, ilhakçı akıllarınızla siz kendi sloganınıza bakın baylar...

Konuyu polemik alanından çıkarmak gerek. Konu kadın-erkekten öte aslında. Konuyu kısaca sömürgeleştirme, ilkel birikim, görünmez emek, ulus-vatan-namus, nesneleştirme vb. gibi kavramlarla ele alıyorum. Ya da aslında kadını bir ezilen kategorisi olarak ele alıyorum... Tamamen sınıfa dair bir hikâye anlatacağım. Daha da önemlisi bizim gibi ‘göç’, ‘savaş’, daha doğrusu bir ‘iskân toplumu’nda ve tüm bunların bir Akdeniz sosyolojisinde gerçekleştiği bir durumda konuşacak başka hikâyeler de vardır. Feminist kadınların feminist erkeklerin ‘akıl vermesi’nden de usandığını bildiğimden aslında ‘susmak’ tercihimdi. Bir de zaten sloganlarının yanlış, taleplerinin gereksiz olduğunu, kendilerinin ise fesat olduklarını söyleyen erkek egemen toplum düzeninde haklısınız demek de biraz samimi gelmiyor olabilir. O yüzden, başka bir şey söylemeye çalışalım... Çünkü iyi bir dışarılı olmaya çalışmak, kötü bir içerili olmaktan iyidir.

Önce biraz “iskân toplumu”na değinelim, onun kurgulanan geçmişine ve geleceğine. Mekân projesi olarak algılanan kültür ve kimliğe. Tüm bunlarla beraber cinsiyete... Geçiş dönemi ya da burjuvazinin iç savaş dönemi sömürgeciliğinin temsilcisi Tayyip Erdoğan’ın en iyi yaptığı şey: Cin’i şişeden çıkarmak’tır... Dün Kıbrıslıların kimliğini şişeden çıkardı, bugün de belki kadının adını. Tabii bizim de zorlamamız kaydı ile. İskâna ve mekâna dönersek, gayri müslim hikâyeleri bize de bir okuldur, bizde de bir geçmiştir. İkidir alıntıladığım bir pasajı paylaşarak başlayayım:

Ermeniler katledildikten sonra Kürtler daha yaygın bir şekilde oraya yerleşiyorlar. Ermenilerin evlerinin tamamı boşalmış durumda, gelip işgal ediyorlar. (…) Bir tek babaannem ve birkaç Ermeni sağ. Babaannem kendi mallarını koruyor.

Dedemin de bir karısı ve bir çocuğu var. Babaanneme, malvarlığından dolayı veya işte güzel bir Ermeni kadınla beraber olmak için (…) evlenme teklif ediyor. Birkaç defa elçi gönderiyor. Kadın kabul etmiyor. ‘Benim bir oğlum var, bunu büyütmek için sağ bırakıldım. Bir Müslümanla beraber olmam mümkün değil,’ diyor. Bunun üzerine babaannem dedemin adamları tarafından kaçırılıyor. Zorla evlendiriliyorlar. Kadın hayır demesine rağmen imam bunları evlendiriyor.(…)

Evlenir evlenmez mallara el koyma süreci başlıyor. Normalde kadın evlenince mal ve mülkleri kocaya verir ve uysal bir kadın olur. Babaannem ise çok inatçıymış. Dedem bakıyor ki kadın malları kendisine vermiyor, hepsini satıyor. (…) Bütün mal varlıkları bitince mi, sıkılınca mı bilmem, bir süre sonra dedem babaannemi babamla birlikte evden atıyor.” ( Altınay-Çetin, ss.54-55, Torunlar, İstanbul, 2009)

Bu pasaj kısa dünya tarihidir ya da yeryüzünün sömürgeleştirilmesinin en özet şekli. Bu pasajı ilk yorumladığım yer ilkel birikim bahsindeydi. Kısaca kapitalizmin ön tarihi, kurucu öğesi ve bugün de güncel olan yağma-talan güzergâhı üzerine... Diğer yönlerin de hakkını vermeye çabalamıştım. Kadının bedeni karşısındaki politikalar işin bir yönü; kadının mülksüzleştirilmesi diğer yönü. Erkek açısından bu ‘birikim’dir. Hatta TC kapitalizminin oturduğu ayaklardan biridir. Bugün olmaz denecek bir şey de değil, olur olur! Hem de aile yasası ile olur... Mahkeme ile: Hukuk mu! Bana ne hukuktan? İktidar bende değil mi?” (Cornelius Vanderbilt) Varsın mallar ‘adil’ paylaşılsın, ama geçmiş zaten geleceği mülksüzleştirmiştir, baylar... Kadın açısından, bu geçmiş-gelecek antinomisi de toplumun koyduğu kurallarla şekillenir, çünkü burası Akdeniz: Onur, şeref, utanç pratik yaşamda karşılık bulan kavramlardır. Dün, “Müslüman Bayramlarında Dansçı Kızlar Kanunu” olarak hayat buldu, bugünse “dedikodu” kanunları ile hayat bulmaktadır... Keza kadının mülksüzleştirilmesi de onu, onur-şeref-utanç panoptik toplumunda kimliksizleştirir: Kadının içindeki kadını öldürür... Bu yüzden maço kadınlar maço erkeklerden daha çok tahakküm arayışındadır. Bu durum karşısında: “Baştan çıkarıcı kadının önemi, cinsiyetinde değil, özgürlüğündedir.” (Angela Carter) diyerek uzatmayalım. Ermeni soykırımından geriye kalan, Ayşe Gül Altınay’ın sözleriyle “Müslümanlaştırılmış Ermeniliğin bir “kadınlık hali” olarak ifade bulması: Nenemin Masalları, Anneannem, Nenem bir Ermeniymiş, Ermeni Kızı Ağçik, Müslümanlaştırılmış Ermeni Kadınların Dramı, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi... ” kitaplarıdır. Savaşın artırdığı kadındır ve çocuktur: “... on binlerce kadın kaçırılarak haremlere veya Müslüman ailelere alındı, onbinlerce çocuk Müslüman aileler tarafından alınarak zorla Müslümanlaştırıldı, ve bu şekilde ifade bulan zorla din değiştirme yoluyla Ermeni nüfusun başka bir bölümü de yok edilmiş oldu”(Balakian 2003’ten aktaran Ayşegül Altınay, “feminist merakla yaklaşmak”- feminist politika dergisi) ‘Yüce Türk Ulusu’ içerisinde unuttukları kadınların ve çocukların, unutulmasının sebebi ve hatta Kürt, Türk, Ermeni uluslararası çapta araştırmalar yayınlayan tarihçilerin bu kadınları ‘ölü’ saymasının sebebi ataerkilliktir. Cynthia Enloe’nun sözleriyle: “milliyetçilik tipik olarak erilleştirilmiş hafıza, erilleştirilmiş aşağılama, ve erilleştirilmiş umuttan doğmuştur.” Nesneleştirme tam da bu erilleştirilmiş coğrafyanın içindedir, ya yok sayılır: Bizdeki ‘Rum

Neneler’ gibi ya da var sayılarak hakim ulus şovenizminin ‘tecavüz’ ve propaganda aracına dönüşür: ‘Ermeni piçi/dölü’ ya da emperyal akıldaki ‘Afrodit’ imgelemi, Türkiyelilerin bize “havur piçi” demesi gibi... Feministler kalkıp, milliyetçilik erildir, ulus erkektir, “erkek devlet istemiyoruz”, devlet erkektir vb. Söylemlerle ortaya çıktıklarında, hatta hepsini birleştirip militarizme feminist bir itiraz yükselttiklerinde erkek ulusun kahramanları için çok şeytani şeyler söylemiş olurlar. Hatta firavuni: Çünkü o erkek ulus kendini iptal etmediği sürece istediği kadar baksa da hakikati göremeyecektir. Çünkü Enloe’nun ifadesi ile: “erilleştirikmiş millettir ve kadınlar erilleştirilmiş milletin “sahip” oldukları nesnelerdir.” ‘Kadınveçocuklar’ der Enloe, birleşik yazar, çünkü kaderleri de nesneleştirilmeleri de birleşiktir kadınlar ve çocukların: “Önce kandınlar ve çocuklar!”, çünkü onlar ulusun taşıyıcılarıdır. Farketmez, ulus ezilen ulus olmuş ya da ezen ulus. Ya da ada olsun... Vahé Tachjian bir makalesinde ulusun yeniden inşasına dikkat çeker: “...1918 sonrası Suriye ve Lübnan’da “Ermeni ulusunun yeniden inşası” olarak tanımlanan süreçte, tecevüze uğramış, fahişelik yaparak hayatta kalmış ve Müslüman erkeklerden çocuk doğurmuş kadınlar ve bu kadınların çocukları çoğu zaman tamamen dışlanmışlardır.” Müslüman erkekten olma çocuklarını bırakıp, Ermeni ailelerin yanındaki sığınaklara gitmek gibi zor bir seçimden, bahseder yazar, çünkü “Tecavüz ve fahişeliğin ulusal bir namus lekesi olarak ifade bulduğu “erilleştirilmiş hafızada” bu kadınlara yer yoktur.” Siz bu yazıyı okurken, harmanı yapılacak olan dergimiz “Sınıf Bilinci”nde şöye yazdı bu konuda:

“Bu yüzden önce toprak ve kadın sömürgeleştirilir dedik: Çünkü “utanç” kadın bedenini işaret eder. Sömürgeci karşısında ‘utanmak’, kimliği oluşturur, insanı sömürgeleştirir. Ama bu durum yalnızca “müslüman” toplumun değil, aynı zamanda “hristiyan” toplumun da bir sorunsalıdır. Dediğimiz gibi sözkonusu olan Akdeniz antropolojisidir. Sömürge bilincinin fragmanları üzerine konuşuyoruz: Ortadoğu-Akdeniz toplumu iken, Avrupalı olduğunu iddia eden, buna karşın da Çekirdek-Avrupa için hiçbir anlam ifade etmeyen ‘onur-namus’ kavramsallaştırmasını, hayatın merkezine oturtan bir coğrafya ne yana düşer: Kıbrıs’ın Afrodit’te, yani bir kadında nesneleştiği, haritanın beden imgesinde karşılık bulduğu bir coğrafyada, “o bedenin namusu” vatan kavramında düğümlenir. Vatan kavramı sömürgeci fantezi formunda karşımıza çıkar; militarist-milliyetçi hegemonya bu yüzden cinsiyetçidir. Buna karşın da “başka bir Kıbrıs” tahayyülünde bulunanların, “Akdeniz’in lanetini” barındıran kavramlar üzerine bir sendikacılık bir devrimcilik, bir alternatif inşa etmeleri imkansızdır. Hele de bu tahayyülde kadının nesneleştirmeden kurtulması ise imkansızdır!

Bu konuşulan dil sömürgeci bir dildir! Dilin sömürgeci olması için, illa ki ‘besleme’ demesi şart değildir. Hatta gizli kalmış sömürgeci dil, ulu orta tokat gibi çarpandan daha tehlikelidir: içselleşmiştir, algılamayı zorlaştırır. Kıbrıs’ta sıralanan Türk-Rum, Kıbrıslıtürk/ rum/ elen/ maronit/ latin ve sadece Kıbrıslılık kimliklerinden daha yaygın bir kimlik vardır: Sömürge bilinci/ kimliği! Hepsinden daha çetrefilli, daha militarist, daha milliyetçi, daha cinsiyetçidir! Onun, onuru vardır, şerefi vardır, en nihayetinde namusu vardır, haysiyetlidir! İşte tam da bunlar olduğu için sınıf bilinci yoktur: Bu formasyondaki kimlik, solcularda da mevcuttur. Fazla uzağa gitmeye gerek yok: Bu yüzden biz onlara ‘kapıkulu solcuları’ diyoruz...”

Burada ‘fahişeler’ bahsinde Marx’ın Kapital’de aktardığı kısa bir pasajı aktarayım ki bizim ilericilerin, kerhanelerdeki kadınların severek ve isteyerek sex işçiliği yaptığını söyledikleri kadınlar nerden geliyor, firavuni hallerinde bir eğilip baksınlar: “Pamuk kıtlığı yüzünden işlerini kaybeden kadınlar toplumun dışına atıldı ve öylece kaldılar. ... Genç fahişelerin sayısı son 25 yıl içinde olduğundan daha fazla arttı.” (akt. Marx, Kapital, s. 438, Yordam yay.) Hicri İzgören’in dediği gibi, “Hiçbir mevsim gözlerin kadar / Acımasız kullanmadı neşteri / Susardın ve kar yağardı.”

Belki bu bahsi burada Hrant’ın sözleriyle şöyle kapatabilirim: “1915 metre derinliğinde bir kuyu”dur kadınların tarihi... ya da 1968’de Alman SDS kadınlarının söylediği gibi: Ataerkil toplumu topa tutmakla, kıyasıya eleştirmekle yeteri kadar “ilgilenenler” sadece kadınlardır. Kadınlar toplumsal örgütlenmenin radikal biçimde değişmesinin tek teminatıdır. Bunu başarmak için geçici bir yalıtım gerekmektedir...

Ve SDS’in kadınları devam eder 1968’de: “Özel ve kamusal yaşamların ayrılması kadını her daim yalıtılmışlığa iter ve kadın bu şekilde yaratılmış olan çatışmayı tek başına üstlenmek durumundadır. Toplum, kadını en genç yaşından itibaren aileye göre hiza alarak yaşamaya meyletmeye koşullandırılmıştır ve ailenin kendisi de, mücadele ettiğimiz üretim ilişkilerine tabidir.” Hatta o ilişkilerin sürdürülebilmesi için kurulmuş bir iç-odadır. Odada görünmez emek vardır, yani ücretsiz; yani oluşumu itibarıyle artı-değer... Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nde bahsettiği kapitalist-olmayan toplumsal tabakalar da aslında kadınlardır: “Kesin olan gerçek şudur ki: artı değer işçilere ya da kapitalistlere satış yaparak değil, ancak böylesi sosyal yapılanmalara ve kendi üretimi kapitalist olmayan toplumsal tabakalara satılırsa gerçekleşebilir.” Sonra Rosa devam eder, “Yalnızca kapitalist-olmayan yapıların sürekli ve tedrici olarak çözülmesi sermaye birikimini olanaklı kılar.” Ücretli çalışanlar olsun veya olmasınlar, kadınlar, doğrudan kendi /ailenin tüketimine dönük meta üretimi yapmaya zorlanırlar.(Hayvan besleme, sebze-meyve üretimi, el işleri vb.) Bu durum kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin bir parçasıdır. Rosa’nın kapitalist “olmayan” dediği ilişkiler olmaksızın dünya kapitalizminin kaba görüntüsü altındaki detaylar olmaksızın, ilkel birikim olarak kadın olmaksızın, artı-değer olarak kadın emeği olmaksızın kapitalizmin o görkemi imkânsızdı. Siz bu sözü okurken sadece Kıbrıs’ı düşünmeyin, Hindistan’daki kadınların emperyalizmdeki üretim yerini düşünün... Eşitsiz koşullarda geçimlik üreticinin emeği, sermayenin ücretli kölelerine ya da başka formlarda sömürgeleştirtiği işgücüne dönüşür. Kapitalizm toprağı ve kadını sömürgeleştirerk başlar, sömürgeleştirmedik hiçbir varlık kalmaz onun karşısında. Kapitalizmin en modern şeklinde, ev işinin aldığı formun da geçimlik üretimden ya da kapitalisy-olmayan üretimden hiçbir farkı yoktur: Görünmez emek budur... Görünmez ev işi olmaksızın, ücretsiz emek olmaksızın, ilkel birikim olmaksızın halt etmiş Wall Street!

SDS Kadınlarının 68’de Berlin’de sarf ettikleri sözleriyle bu yazı biter: “Kadınlara yönelik toplumsal baskı meselesini bireysel yollarla çözemeyiz. Devrim yapılmasını veya devrimin amacına ulaşmasını da bekleyemeyiz, zira sadece ekonomik-siyasi bir devrim özel yaşama yönelik baskıyı ortadan kaldırmaz; sosyalist ülkeler bunun örnekleriyle doludur...” Çünkü özel olan politiktir! Feministleri anlamıyorsanız, maçoluk yapmaktansa susun baylar...



(14.08.2011 Afrika Pazar)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder