SİBEL ÖZBUDUN
“Duvarların kulağı varsa,
sizin kulağınızın da
duvarı var!”[1]
Hemen vurgulayayım; bu yazı öncelikle “kişisel” saiklerle yazılıyor. Aylarca katlanmak zorunda bırakıldığım(ız) bir “duygusal işkence”den hiç değilse üretken sonuçlar çıkarma gayretinin bir ürünü. Hani, onbeş dakikada bir beşuş çehreleriyle ellerini-kollarını sallayarak evlerimize taarruz eden AKP’li “hoşnut yurttaşlar korosu”nun “hadi bi daha, bi daha bi daha” nakaratlı “öpüşün, koklaşın, barışın, aynı bağın gülleriyiz biz” yaveliğinin boğazımıza dolandığı “duygusal işkence”den söz ediyorum.
O kadar çok tekrarlandı, o kadar gözümüze-kulağımıza sokuldu ki, artık üzerine düşünemez olduk. Eminim, kimi sabahlar siz de beyninizin içerisinde çınlayarak uyandınız: “Aynı yoldan gelmişiz biz,/ Aynı sudan içmişiz biz,/ Yazımız bir, kışımız bir,/ Aynı dağın yeliyiz biz.”
Oysa düşünmek gerek: kim kiminle “aynı bağın gülü?”
Örneğin hakkında onbinlercemize, yüzbinlercemize karşı işlediği “insanlık suçu” “zamanaşımı” gerekçesiyle örtbas edilmekte olan ve muhtemelen yatağında, huzur içinde öldükten sonra, hakkında “tabii kimi aşırılıkları oldu ama, ülke uçurumun eşiğine gelmişti, ne yapsındı…” yollu güzellemeler düzülecek olan Kenan Evren ile mi “aynı bağın gülüyüz biz?”
Gece vakti evleri basılan, taranan, köyleri yakılan, sevdiklerinin cesetlerini “toplu mezarlar”dan toplayan Kürtler mi özel timciler, JİTEM’ciler vb. ile “aynı bağın gülü”?
Canları Sivas’ta Madımak otelinde salavat nidaları arasında diri diri yakılırken “kışkırtıcılık”la suçlanan Aleviler mi, kundakçılarıyla “aynı bağın gülü”?
Toprakları, suları siyanüre belenen, dereleri pazarlanıp borulara tıkıştırılan köylüler mi yaşam haklarından kârlar devşirmeye meraklı irili ufaklı şirketlerin sahipleriyle “aynı bağın gülü”?
“Parasız, anadilde, bilimsel eğitim” istedikleri için kolları-bacakları-kafaları kırılan, yerlerde sürüklenen, gaza boğulan öğrenciler mi “çevik kuvvetler”le “aynı bağın gülü”?
Akşam eve ekmek götüremeyen işsiz, günde onaltı saat hela molası vermeden çalıştırılan taşeron, silikozisten mutlak bir ölüme mahkum, Tuzla tersanelerinde iskeleden beyin üstü yere çakılan kayıtdışı işçi, bebesinin yetersiz beslenmeden kucağında can vermesini umarsız izleyen yoksul kadın mı 4x4’lerden inmeyen, kışın İstanbul, yazın Bodrum eğlence mekânlarını dolduran, bir akşam yemeğine bir asgarî ücret bırakanlarla, ya da onların Chanel tesettürlü “İslâmcı” muadilleriyle “aynı bağın gülü”?
* * *
Evet AKP’nin bütün bir seçim döneminde kulaklarımızdan aşağıya boca ettiği yave, bir yanıyla haklı öfkemizin, sınıf öfkemizin üzerini cilayla örtme girişimi.
Ama onun ötesinde bir başka niyet daha sırıtıyor gerisinde: “Şarkılarda bir, türkülerde bir,/ Hep beraber söyleriz biz./ Halaylar bir, horonlar bir,/ Aynı sazın teliyiz biz.”
Gel de hamasî bir “vatan şairi”nin, Behçet Kemal Çağlar’ın dizelerini anımsama: “Ey sinsinler, horonlar, halaylar diyarı hey!”
AKP’liler muhtemelen sevmezler; sağ olsaydı, onun da AKP’lilerden hiç haz etmeyeceği aşikâr. Behçet Kemal, en koyu “Atatürk aşıkları”ndan, Türkçü/milliyetçi bir “vatan şairi”ydi. “Kurucu Baba”nın iltifatlarına sıkça mazhar olmuş, onun sofrasındaki muhabbetlere katılma şansını defaatle elde etmiş, milletvekilliği yaptığı tek parti döneminde, partinin “gericiliğe/yobazlığa prim verdiği” gerekçesiyle hem vekillikten, hem de partisi CHP’den istifa edecek kertede “şecaatli” bir Atatürkçü’ydü. Tabii aynı zamanda Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav gibi solcu öğretim elemanlarının DTCF’nden atılmasını ve yargılanmasını Meclis kürsüsünde yaptığı ateşli konuşmalarla destekleyecek kadar hızlı bir anti-komünistti de…
Her Türk milliyetçisi gibi, Behçet Kemal Çağlar’ın milliyetçiliği de konjonktürel bir dışlayıcı-kafatasçılık ile “sinsinler-horonlar-halaylar” asimilasyonculuğu arasında salınmaktadır. Tarihsel olarak bu denli çok kültüre ev sahipliği yapmış, özellikle de nüfusu bir yandan işgaller, bir yandan da Balkan ve Kafkasya göçleriyle iyice heterojenleşmiş bir coğrafyada, “Orta Asya’dan gelme Alpin ırkından Türk ulusu” söylencesinin çok da tutmayacağını bittecrübe öğrenmiştir çünkü. Özellikle de Nazizmin yenilgiye uğrayarak gözden düştüğü II. Dünya Savaşı sonrası dünya sahnesinde…
Dolayısıyla bugün Türk milliyetçiliği (MHP’ninki dahil) “arî ırk” dayatmacasından ise, “imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış kitle” söylencelerine sarılır dönüp dolaşıp:
Kimi halay çeker, kimi horon teper, kimi sinsin oynar, bazısı Türkçe türkü söyler, bazısı Kürtçe, kimi semah döner, kimi semaya durur, kiminin alnı secdeden kalkmaz; ama hepsi aynı şanlı tarihin mirasçıları, kaderde-tasada-kıvançta ortak aynı milletin çocukları, aynı ülkünün paydaşları, aynı görkemli geleceğin yolcularıdır… Bu topraklar ve bu “şanlı” geçmiş, onları kaynaştırmış, bir “millet” kılmıştır…
İşin ilginç yanı, yakın zamanlara kadar kendini Türk milliyetçiliği mirasından özenle ayırma görüntüsü veren, “alt-kimlik/üst-kimlik” meselelerini devlet katında dile getiren, yerel özerkliklerden vb. söz açan AKP’nin dönüp dolaşıp, aynı hamaset batağında diğerleriyle, Atatürkçülerle, MHP’lilerle, “ulusal solcular”la buluşması. Bir zamanlar diline doladığı “Anayasal yurttaşlık” filan gibi arayışlara boşverip, “öpüşün, barışın, koklaşın, hepimiz aynı has bahçenin gülleriyiz” yolundaki, artık iç bayıltıcı hâle gelmiş bir söylemden medet umması.[2]
AKP’nin bu “birlik ve beraberlik” ruhuna “Gönüller bir, dualar bir, /Bir Allah’ın kuluyuz biz,” repliğiyle eklemeye çalıştığı “maneviyatçı/dinsel sos” dahi, gerideki ham ve asimilasyoncu milliyetçiliği örtmeye yetmiyor…
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:5, No:178, 29 Haziran 2011…
[1] Fransa’da 1968 Mayıs’ı sloganı.
[2] Hani iş sadece “aynı sudan içmişiz biz”le sınırlı olsa, neyse, diyeceksiniz ki tesadüf... Ama işte AKP’nin 2011 seçimlerinde kullandığı propaganda şarkılarından bazılarının başlıkları: “Beraberiz biz hepimiz”, “Haydi Anadolu”, “Bu memleket hepimizin”, “Bir ve beraberiz”, “Her şey bu millet için”, “Biz hepimiz Türkiye’yiz”…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder