Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]

Bundan sonra "Yeni İnsan-Neos Anthropos [Devrimci Marksist Fraksiyon]" ismi ile http://uluslararasisinifmucadelesi.blogspot.de/ sayfasındayız.

27 Mart 2012 Salı

Kıbrıs-Kürdistan Kongresi üzerine notlar!

4 Mart'da Ankara’da gerçekleştirilen Kıbrıs-Kürdistan Kongresi üzerine düşülmesi gereken birkaç noktayı ifade etmek gerekir. Kongrenin amaçlarından biri, Kıbrıs üzerine hali hazırda çok cılız olan devrimci bir siyasi tartışmayı derinleştirmektir. Kongre’deki bu yeni tartışmalar gösterdi ki, kongreye gelen Kıbrıslılar ile kongreye gelmemiş Kıbrıslılar arasında ortaya çıkan bilinç farkı, aslında Kongre’nin kendi amaçlarından birine ulaşmıştır. Evlerinde misafir olduğum Kıbrıslı dostlarımla kongre öncesi ve sonrası yaptığım sohbetlerdeki fark gece ile gündüz gibiydi. Kendi deyimleriyle, tüm doğru bildiklerini bu kongrede gömdüler ve başka yeni fikirlerle tanıştılar.

Ulus Kavramı ve Kıbrıslık

1974’den bu yana bilfiil işgal altında bulunan Kuzey Kıbrıs’ın, sömürgeciliğin getirdiği yabancılaşma ile ne sömürülen Kıbrıslıların büyük bir çoğunluğu sömürge olduklarının, ne de Türkiye'deki insanların büyük bir çoğunluğu adada bir işgalci sömürgeci durumun olduğunu kavrayabilmişlerdi. Sömürge olmanın her alanda kendini gösterdiği bir coğrafyada nasıl oluyor da bu sonuca gelinmiştir. Kongre bir yönü ile bu olmayan bilinçle hesaplaşmadır. Bu hesaplaşma ucu açık, sol liberal kavramların soyutlaştırılarak tartışıldığı, bir kedinin kendi kuyruğunu yakalama girişimi değildir.

Bilinçlerin oluşması son kertede, kendi maddi şartları üzerinden belirlenir. Sömürgeciler, sömürgeci gibi düşündükleri için sömürmezler, sömürdükleri için sömürgeci gibi düşünürler. Kıbrıs’taki sömürgecilik ile kökten bir hesaplaşmaya girilmemesinin nedenleri vardır. Klasik sömürgelerde, kendisinden ayrı bir halkın sömürülmesi durumu vardır. Tarihsel ve kültürel olarak birbiriyle alakası olmayan halkların, sömürgeleştirilmesi, kendine yabancılaşmayı çok güçlü bir şekilde gerçekleştiremez. İngiltere’nin Afrika’yı ve Hindistan’ı sömürgeleştirmesinde, tarihsel bir kardeşlik ve ortak kökler gibi kavramlar üzerinden kendi sömürgeciliğini açıklamadı. İdeolojik üstyapısını, bu ‘geri’ kalmış ülkelere bir ‘yüksek’ kültür götüren ulus kavramı üzerine oturtturur İngiliz sömürgeciliği.

Aynı dili konuşup da, ayrı devletleşme süreçlerine giden ülkeler de vardır. Avusturya ve Almanya buna örnektir. Hitler faşizminin işgaliyle ancak birleşen bu iki ülke, savaş sonrası gene ayrılmışlardır. Artık iki ayrı halk olarak, birleşme güdüsünü burjuvaları taşımamaktadır. İsviçre'de konuşulan dillerden biri olan Almanca'ya rağmen, kendisini Almanya'dan ayrı tutmuştur buradaki halk. Almanya ve Fransa arasında yaratılan iki devlet olan Hollanda ve Belçika, Ortaçağ'da Alman İmparatorluğu’nun bir parçasıdır. Bu örneklerde de görüldüğü gibi tarihsel süreç içersinde ayrı bir halk olma süreçleri, halk denilen kavramın ne kadar değişken ve yapay olduğunu da ortaya çıkartıyor. Uluslaşma süreci, burjuvanın kendi pazarını yaratabilmek için başlattığı bir süreçtir. Burjuvanın sınıf çıkarlarını ulus kimliğiyle kendi işçi sınıfına dikte eden bir anlayıştır ulusçuluk. Devrimcilerin görevi ulus, halk, vatan gibi kavramların ortadan kaldırılması için mücadele etmektir. Bizim çözmeye çalıştığımız ulusal sorunlar, burjuvanın kendi sömürgelerinde ezilmiş halklara yaptığı müdahalelere karşı durmaktır. Ulusal Sorun’un aslında bir sorun olmaktan çıkması gerekmektedir. Stalinistlerin bu sorunu şematik bir aşamacılıktan ele almaları sonucu, ulusal sorunun çözümünü, ulusal burjuva (Burjuva Devrimi’ni işçiler yapsa bile, burjuva sınıfı gibi davranmak zorundadır) çözer mantığına indirgerken, biz bu sorunun işçi sınıfı önderliğinde yapılacak bir sosyalist devrim içinde çözülebileceğini söyleriz.

Kıbrıs'ın kendi Ulusal Sorunu’nu 1960'ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne rağmen çözememesi nasıl olmuştur? Kıbrıs’taki SSCB etkisi ve Kıbrıs üzerinden ABD ve İngiltere’nin söz sahibi olmaya çalışması nedeni ile ‘Bağlantısızlar Hareketi’ eksenine kaymıştır. Türk ve Yunan gladyoları Kıbrıs’ta bir terör ortamını egemenlerin eliyle başlatmıştır. Türkiye Devleti kendi argümanlarına, Türklerin, Yunan ve Rum zulmü altında ezildiklerini ve onlara yardım etmenin bir tarihsel misyon olduğu noktasında emindir zaten. Kemalizmin etkisi altında bulunan Türkiye’de, sol ve zaten Misak-ı Milli sınırları içinde görülen Kıbrıs’a yapılan müdahale noktasında ses çıkarmakta çok geri kalmıştır. DİSK Başkanı Kemal Türker, işgale katılması için işçileri askerliğe davet eder. Bu gelenek solda devam etmektedir aslında. Kemalist tezlerle ilk büyük kopuşu Kürt halkı açar. İsmail Beşikçi ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerin uzun bir süredir tarihsel bilincinden kopartılmış Kürtler arasında ve sol içersinde açtığı yarılma günümüze kadar gelen bir kopuşu ifade eder. Böyle bir kopuş Kıbrıslılar için geçerli olmamıştır. Bunun arkasındaki asıl neden, Türklerin Türkleri kurtardığı anlayışını sağlayan son derece şematik bir halklar kavramıdır. Tarih içersinde ayrı uluslaşma süreci, aynı ‘kökten’ gelen halklar içinde geçerlidir. Kıbrıslıların artık kendi uluslaşma sürecinde oldukları göz ardı edilmiş, bir yeni KKTC Türklüğü inşaa edilmeye başlanmıştır. Rumca konuşma ve Rum’dan alışveriş yapma diyerek başlayan süreç, günümüze kadar sürmektedir.

Kukla Devletli sömürge:

Kongrenin amaçlarından biri, toplumun genelinde yaygın olan algıların değişmesi ve cevapların-soruların ortaya çıkartılmasıydı. Bu noktada, İsmail Beşikçi’nin Kıbrıs değerlendirmesine değinmek gerekmektedir. İsmail Beşikçi haklı olarak Türk devletinin yıllardır Kıbrıs için talep ettiklerini ve devlet kurdurmasını, Kürtler mevzu bahis olunca dile getirmemesini ve bastırmak için elinden geleni yapmasını eleştirmektedir. Bu ikiyüzlülük Türk devletinin önemli bir politik anlayışını ortaya çıkartıyor. Bu noktada Aziz Şah'ın yaptığı tespit çok yerinde bir tespittir. “Türkiye Kıbrıs’ı devlet kurdurarak, Kürtleri de devletsiz bırakarak sömürgeleştirmiştir.” Kongrenin hazırlanması sürecinde, kendi aramızdaki konuşmalarda bu durumu defalarca tartışmıştık. İsmail Beşikçi'nin bu konudaki görüşleri dikkate aldığını, Kıbrıs Kongresi üstüne yazılmış yazısında görmekteyiz.

KKTC denilen kukla devlet, tümüyle T.C ye bağlı olarak ayakta kalması mümkün olan ve Türkiye Burjuvazisi’nin çıkarlarına göre şekillendirilmiş bir sömürge yapısıdır. Sömürge valisi ile yönetilmektedir. Kıbrıs aslında bir noktada pan-türkizm hayalinin ulaşabildiği en üst noktadır. Kongrede yaptığım “Kürdistan ve Kıbrıs Tezleri” başlıklı konuşmamda şu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım: Bir muhtemel, Kerkük ve Musul işgal hareketine model olarak Kıbrıs’taki deneylerinde kullanılmak istenildiği ortadadır.' Bu noktayı daha açmak gerekli. Türk burjuvazisinin en büyük hayallerinden biri, Türkî Cumhuriyetlere önderlik yapmaktır. Çin Seddi’ne kadar çıkma hayallerini kuranlar, aslında Kıbrıs'tan öteye de çıkamamışlardır. Bu da aslında buna o dönem kendi politikalarına denk düştüğü için izin veren İngiliz emperyalistlerin sayesinde olmuştur.

Kıbrıs aslında Türkiye burjuvazisi için bir laboratuar özelliği taşımaktadır. Burada elde ettiği deneyimler, Musul ve Kerkük'ü ilhak etme hayalleri için bir hazırlık niteliği taşımaktaydı. Çin Seddi’ne kadar açılma fikirleri, kaba bir ulus kavramına dayanmaktadır. Yüzyıllardır artık ayrı coğrafyalarda ve kültürel ortamlarda yaşayan insanların, dil bağı üzerinden bir ortak politika üretmeye çalışmak başlı başına hatalı bir tutumdur. Kendi sınıfsal çıkarlarını, Türkiye burjuvazisinden farklı gören cumhuriyetlerde, ortak bir pan-türkizm ülküsü hayalperestlikten öteye geçmiyor. Aynı dili konuşmak, ortak bir devletsel dönüşüm için yeterli olmamaktadır. İttihak ve Terraki’nin bu çizgisini 90'ların başında Süleyman Demirel tekrar dile getirmişti. Gülen sermaye işbirliği AŞ'nin bu coğrafyalarda Türkçe eğitim veren okulları aslında bu ülkünün artıkları olarak da görebiliriz ya da modifiye edilmiş hali. Kıbrıs, Türkiye'nin 1923 sonrası sınırları dışında kalmış ve Türkçe konuşanların yaşadığı bir ada olarak, Türkiye'nin topraklarına ve idaresine katılması için girişilmiş bir operasyondur.

Türkiye ve Kürdistan solundaki Kıbrıs'a yönelik ilgisizliğin temelinde, bu algılamanın dile getirilmese de hakim olması yatar. Kıbrıs, Türk milliyetçiliğinin kendini geliştirme ülkesi olduğu gibi, Türkiye burjuvazisiyle uyumlu çalışan Denktaş ve Talat geleneğinin var olması da algı hâkimiyetini kuvvetlendirmiştir. Kıbrıs'ın Türkiye'nin bir sömürgesi olduğu noktasının, çok dile getirilmemesinin altında bu durum yatmaktadır. Solun bir kısmında ise, Türkiye'nin sömürgeci olduğunu reddeden ve olayı sadece mevcut hükümetin eleştirisiyle açıklamaya çalışanlar da mevcuttur. Bu akıl yürütmede, Kıbrıs'tan elini çekmesi gereken AKP'dir ama TC değildir. Türkiye topraklarında daha acil bir ulusal sorun olan Kürt sorununa bile çarpık bakanların Kıbrıs ile ilgili doğru bir düşünce yaratması beklenemez. Kıbrıs konusunda kendi dinamikleriyle sokağa çıkacak yüz binler ve milyonlar yoktur. Ankara veya İstanbul’da sokağa çıkabilecek Kıbrıslı sayısı bir avuç öğrenciden öteye gitmeyeceği ortadadır. Yani Kıbrıs’ın, çok az sayıda insanla Türkiye'de savunulması gerekmektedir. 'Haddini Bil Egemen, Kıbrıs'ın Egemeni Kıbrıslılardır' eylemine gelip, Kıbrıslı sayısını beğenmeyip gidenler de vardır. Kendi devletiyle, tam da bir sömürgeden dolayı, hesaplaşmasını yapmayanların kendisine sol sıfatı vermesinden daha kötü bir şey ne olabilir ki o topraklarda?

Devlet nedir ki?

Kongredeki görüşlerde ortaya çıkan ayrılıkların bir kısmı, sömürgeciliğin ortaya çıkış haliyle ilgiliydi. Kemalizmin eklektik ve ırkçı düşünce yapısının incelendikten sonra, Kürdistan veya Kıbrıs sömürgelerini anlatmaya çalışmak, ortaya yanlış bir anlayışı da koydu. Sömürgecilik ideolojisi, Kemalizmin ideolojisinden doğmuş gibi bir durum ortaya çıktı. Külliyen yanlış bir anlayıştı. Bu aslında tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan metafizik sorusunu daha geriye götürüp, yumurta mı yumurtadan çıkmıştır noktasına indirmektir. Bu“devlet mi devletten çıktı, ideolojiden ideoloji mi çıktı” gibi sorulara cevap aramaya benzemektedir. Bütün bu değerlendirmelerin altında, “sömürgecilik ideolojisi, ırkçı bir ideolojiden çıkmıştır” gibi bir anlayış yatar. Burjuva sınıfının ideolojisi ırkçılaşır çünkü maddi çıkarları bunu gerektirmektedir. Kemalizm sömürgeci gibi düşünür, çünkü sömürdüğü bir Kürdistan vardır. Yani kapitalist üretim ilişkileri ve özel mülkiyet ilişkileri ırkçılık ideolojisini ortaya çıkartır. Bu sömürge durumu devam ettiği sürece, ideoloji değişebilir. AKP iktidarıyla değişim aslında bunu gösterir. Tüm ideolojik değişimler Türk burjuvazisinin sömürgeciliğini devam ettirebilmesi ve maddi çıkarlarını daha iyi korunması için gerekli gördüğü değişimlerdir. Maddi olarak Kürdistan'ın sömürge olmaktan çıkartılmadığı sürece, ideolojik veya devlet yapısındaki değişimler bir şey ifade etmeyecektir. Kürtlerle Türklerin barış içinde ortak yaşamının koşulu, sömürgecilik ilişkilerinin sona erdirilmesidir. Bu ancak ayrılma hakkının tanınmasıyla olur. Devletin Kürt hareketi tarafından sadece ideolojik bir olgu olarak ele alınması ve onun maddi çıkarlar üzerine kurulu olduğu ve bir burjuva sınıfının aygıtı olduğu atlanılarak analiz yapılması ortaya çelişkili bir durum çıkarmıştır. Devletin kendisini sönümlemesini özel mülkiyet ve kapitalist üretim ilişkilerini sönümlemeden beklemek, Kürt siyasal hareketinin çıkmazıdır. Kongre’deki Kürdistan başlıklarında gündeme gelmesi itibariyle bu konu, kongrenin de bir tartışması olmuştur. DİP başkanı Sungur Savran'ın değerlendirme yazısı veya DİP'li yoldaşım Şiar Rişvanoğlu'nun Kongre konuşması da aslında bir yönüyle bunu anlatmaktadır.

Kongrenin ilginç tespitlerinden birini de Ceren Göynüklü yapmıştır. Kıbrıs'a gönderilen Arap ve Kürt nüfusun Türkleştirildiğini, bunlarla beraber Kıbrıslı nüfusun da Türkleştirildiğinden bahsetti. Yani Türkiye, Kıbrıs’taki asimilasyonunu iki yönlü yürütmekteydi. Giorgos Katsanos kendi konuşmasında, sermayenin Türkleşmesiyle ilgili olarak, 6-7 Eylül’den 1964 kadar olan süreci bize anlattığında, Türkiye'deki Rum nüfusunun Kıbrıs Sorunu’na karşı Türk devletinin elinde bir rehine olarak tutulduğunu bize gösterdi.

Kıbrıs Kongresi hak ettiği şekilde, Enternasyonal bir perspektif ile yürütüldü. Bu perspektif salt o coğrafyalardan katılımcıların gelmesi üzerine kurulu değildi. Tam aksine Kürdistan’ı, Türkiye İşçi sınıfını, Yunanistan İşçi sınıfını, Kıbrıs’taki mücadeleleri ve Arap Devrimi’ni ortak bir enternasyonal perspektif ile Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetleri’nde birleştiren, anti-kapitalist, anti-sömürgeci, anti-emperyalist bir politik hatta duran bir Kongre’dir. Kongre'de öne çıkan Birleşik Sosyalist Kıbrıs şiarı bunun politik ifadesidir.

Amed'de görüşmek üzere.

Suphi Toprak

4 Mart 2012 Ankara - Kıbrıs Kongresi sonuç bildirisi




4 Mart 2012 Tarihinde Ankara’da toplanan Kıbrıs Kongresi, üzerinde fikir birliğine vardığı aşağıdaki noktaları Türkiye ve Kıbrıs emekçilerine ve ezilenlerine duyurmayı görev bilir:

1. Kuzey Kıbrıs ile Kürt coğrafyası karşısında TC’nin konumu, aradaki önemli farklılıklara rağmen ortak bir özellik taşımaktadır: Her iki coğrafya da TC’nin sömürgeleridir.

2. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi, Türk burjuvazisinin ilk birikiminin ihtiyaçları dolayısıyla sermayenin “Türk”leştirilmesi ve burjuvazinin iktidarının konsolidasyonunun ürünü olan Türk milliyetçiliği, bu coğrafyadaki öteki halklara yapılan saldırılar ve resmi ideoloji Kürtlerin ve Kıbrıs’ın kurtuluşunun önünde ciddi bir engeldir.

3. Kürtlerin ve Kıbrıs’ın ezilmesinde emperyalizmin, en başta da ABD ve Britanya emperyalizmlerinin asli bir rolü vardır ve iki halkın kurtuluşunun sağlanabilmesi emperyalizmle mücadeleyi de gerektirmektedir.

4. Kürt halkının kitlesel bir biçimde vermekte olduğu özgürleşme mücadelesi, bütün emekçilerin ve ezilenlerin desteklemesi gereken bir çabadır.

5. Kıbrıs’ın gerek Türkiye’nin işgalinden ve sömürge tipi yönetiminden, gerekse emperyalizmden kurtuluşu, adanın iki halkının dayanışması temelinde ve başta Yunanistan ve Türkiye olmak üzere işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenlerin uluslar arası desteği ile Kıbrıs’ın Kıbrıslılar tarafından yönetilmesi mümkün olacaktır.

6. Bu 5 maddede de görüleceği gibi, Kıbrıslıların ve Kürtlerin kurtuluşu için Kongremiz, AB, ABD ve diğer bütün emperyalist devletlerden bağımsız sınıf politikası ile ezilenlerin ve işçilerin birlikte mücadelesi yönünde hareket etmektedir. Bunun için de nihai şiar enternasyonalist sosyalizmdir!

7. Bu bağlamda önümüzdeki hedef Kürt coğrafyasında toplanacak bir Kıbrıs-Kürdistan Kongresidir.

25 Mart 2012 Pazar

İktidar Bloğunun Çatlağından Çıkan Ses: İlhak!

Egemen Bağış’ın, 28 Şubat öncesi İslamcı hareketinin Kıbrıs yaklaşımlarını yansıtan, “...KKTC’nin Türkiye’ye bağlanması da mümkün olabilir.” sözü çeşitli şekillerde tepkilere sebep olsa da ardında yatan belli başlı somut durumlar vardır. Sadece TC’nin “gerçek niyetini” göstermesi, ya da “fetihçi zihniyet”e indirgenemeyecek bir durum. Çünkü TC burjuvazisi içerisinde süren politik iç savaşın taraflarından TÜSİAD’ın ilhak gibi bir yaklaşımı hiçbir zaman olmamıştır. Kıbrıs’ı ilhak sloganı MSP geleneğinin siyasetidir, yani İslamcı burjuvazinin!
Kaldı ki Kıbrıs sadece Kıbrıs değildir. Bu sebeple, biz, iki sömürge Kürdistan ve Kıbrıs’ı birlikte ele aldık şimdiye kadar. Kıbrıs’ta kurmaya çalıştığımız devrimci Marksist hattı, TC’nin çifte sömürgeciliğine karşı oturttuk. KCK davası ile başlayan Newroz yasağı ile taçlanan “Kürt Açılımı”, İlhak sloganın siyasal iklimidir. Bu süreci Suriye’ye savaş, Newroz’a yasak, Kıbrıs’ı ilhak olarak okumak daha doğru olacaktır. Kıbrıs’a kadar kırılan bu savrulma TC burjuvazisinin önderlik krizinden başka bir şekilde açıklanamaz.

İç Savaş’ın Kıbrıs’ı: (1) Batıcı Laik Burjuvazi ve CHP

TC burjuvazisinin iç savaşının Kıbrıs’a yansıması üzerine netleşmiş noktaları özetlersek, nerden başladığımız ve nereye vardığımız daha anlaşılır olacaktır:

1969 yılında TOBB başkanlığından İslamcı burjuvazinin baş temsilcisi Necmettin Erbakan’ın TOBB Başkanlığı’ndan def edilmesi üzerine görünür kılınan bu politik iç savaş, TOBB liderliğindeki batıcı-laik burjuvazinin ve TÜSİAD’ın ‘74 Kıbrıs işgalinden sonra “ekonomik harekât” için harekete geçmesi ile İslamcı burjuvazi ile aralarında bir cepheye dönüşür. Ekonomik yüzü ile daha çok TOBB ve TÜSİAD ilgilense de bu cephenin en görünür özneleri CHP ve MSP’dir.

‘74-‘78 Döneminde batıcı-laik burjuvazi için Kıbrıs, ilkel birikim olanağı ve sermaye birikimi olarak militarizmin sürdürülmesidir: Önce ekonomik seferberlik, Kıbrıs’ın milli ekonomi ile bütünleşmesi, daha sonra Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı ve Milli Savaş Sanayi TÜSİAD ve TOBB’un Kıbrıs üzerine yoğunlaştırdığı başlıca sloganlar ve politikalardır.

1978 Sonrasında ise yaşanan “dış yardım fonu” krizi ile TÜSİAD Avrupa merkezli bir Kıbrıs çözümünün sözcüsü olur. Hatta TÜSİAD’ın Kıbrıs konumlanması o kadar keskindir ki “ilhak tehlikesi” karşısında sürekli bir uyarı halindedir. Tuncay Özilhan, Cem Boyner ve Ali Koçman gibi TÜSİAD başkanlarının Kıbrıs konusundaki tavırları nettir: Kıbrıs sorunu AB ve ABD ile koordinasyon halinde çözülmelidir. Türkiye’nin ilhakta gözü olmamalıdır. Kıbrıs’ın bütününü alsa bile Türkiye, TC’nin dış dünyada kaybedeceklerine değmez! 1995’te Avrupa merkezli çözüm, Yeni Demokrasi Hareketi ile de TÜSİAD’tan çıkarak seçim malzemesidir. Hatta ’80-’84 döneminde TÜSİAD başkanlığı yapan Ali Koçman, ’86 yılında Özal İle yaptığı bir Kıbrıs ziyaretinde KKTC’nin 1983’teki bağımsızlık ilanına açık tepki göstererek “150 bin kişilik devlet olmaz” vurgusu yapar. 90’lı yıllarda ise Sabancı, Kıbrıs’a yapılacak yatırımların ölü yatırımlar olduğunu vurgular.

TÜSİAD’ın Kıbrıs konusundaki bu politikasına paralel olarak da CHP’nin görüşünü Turan Güneş’ten okumakta fayda var: “Politikada ‘milli dava’, ‘milli dava’ demek hiçbir şey ifade etmez. Dış politikada neyin ne olduğunu bilmek gerekir. Görülüyor ki, uzun tereddütlerden sonra Kıbrıs konusunda federal sistemin tek çıkar yol olduğunu diğer partiler de anlamışlardır. (…) Diyelim ki, Kıbrıs’ı taksim ettik. Bu, bir bölgenin Yunanlılar’a verilmesi anlamına gelmeyecek mi? Yani, Yunanlılar bizim Akdeniz sahillerimize yerleşmiş olacaklar. Halbûki, Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde stratejik bir hedefi olamaz. Çünkü ada bize stratejik açıdan bir şey kazandırmaz. Eğer, taksim edecek olursak, Yunanistan Türkiye karşısında önemli bir güç kazanır. O halde bağımsız kalmasını istememizin nedeni budur. Ada’nın bölünmesi Türkiye’ye bir şey kazandırmaz, Yunanistan’a çok şey kazandırır.” (Akın Simav, Turan Güneş’in Siyasal Kavgaları, Agora, s. 234-235)

İç Savaş’ın Kıbrıs’ı: (2) İslamcı Burjuvazi, MSP ve AKP

Ayrıca İslamcı kanadın Kıbrıs’a bakışını anlamak için Ali Bulaç’ın 14 Temmuz 2010 tarihli Zaman gazetesinde çıkan yazısına bakmakta fayda var:

“Türklerin Kıbrıs çıkarmasının niçin büyük bir heyecan dalgasına yol açtığını çok sonraları bana bilge bir Halepli yaşlı amca anlatacaktı. Kıbrıs çıkarması 1974’te yapılmıştı, bir sene önce Arap- İsrail savaşı yapılmış, bir kere daha bütün Batı-Hristiyan alemi İsrail’in arkasında saf tutmuştu. Daha önemlisi, Müslüman dünyanın son 300 seneden sonra ilk defa Hristiyan dünyanın elinden küçücük de olsa toprak almasıydı Kıbrıs’ın bu açıdan büyük sembolik anlamı vardı.” (akt. Niyazi Kızılyürek, Birikim sayı 263, s. 70)

28 Şubat 1997’ye kadar İslamcı hareket için Kıbrıs yarım bir zaferdir. “Amerika engellemese Kıbrıs’ın tamamını alırdık; esas Kıbrıs fatihi Ecevit değil Erbakan’dır.” Yine bu gelenek için “bağımsız KKTC” gereksizdir. Adı konmamış bir sömürge yerine, “Yedi düvele meydan okuyan” bir ilhak tercih edilendir. 28 Şubat’tan sonra ise genelde TÜSİAD’ın özelde de Yeni Demokrasi Hareketi’nin, yani batıcı-laik burjuvazinin sloganları ile konuşur İslamcı burjuvazi. Burjuvazinin çıkarını kitlenin sosyal hak talepleri ile yoğurup, kitle hareketlerinin soğurulması ile burjuva liderliklerin pasif devrim yöntemleri kullanıldı Kıbrıs’ta da: Özal’dan başlayarak, hükmü olmasa da Yeni Demokrasi Hareketi, TÜSİAD ve en son da AKP, Kıbrıslıların nezdinde bu zokayı hep yutmuşturlar! Eski bütün talepleri İslamcı burjuvazi soğurmuş, kitlenin yeni talepleri de şimdilik sendikal bürokrasinin iki dudağı arasında tutsak durumdadır. TC devleti açısından da Kıbrıs’taki bu liderliksiz kitle şimdilik tehdit unsuru değildir. Bu duruma binaen de AKP de 28 Şubat öncesi İlhak sloganına dönmüştür.

Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri döneminde batıcı-laik burjuvazinin onca basıncına rağmen partiler arasında birbirlerine karşı kullanacakları ‘koz’ oluşmaması için Kıbrıs konusunda ‘taviz’ vermeye kimse cesaret edememiştir. Hatta “Kıbrıs zaferi”ni kullanmak için erken seçim 1. MC hükümetinde iki tarafın da talebidir, ne de olsa Ecevit de Erbakan da fatihtir kendince! 2. MC Hükümeti’nde de silah ambargosundan dolayı zor durumda kalan MC, yine de partiler arası şovenizm yarışından dolayı taviz vermedi.2. MC hükümetinde yer alamayan CHP de TÜSİAD’a taviz vermeye hazır olduğunu çıtlatıyordu. Daha sonra da batıcı-laik burjuvazinin “gülme sırası bizde” dediği 12 Eylül’den sonra, Denktaş uluslararası konjonktürden faydalanarak KKTC’yi ilan etmiştir. TÜSİAD sonradan ne kadar dövünse de olan olmuştur.

Kutsal Soğurma: TÜSİAD-MÜSİAD ortak bildirisi!

İstanbul Borsası, Ticaret ve Sanayi Odaları, Deniz Ticaret Odaları, Uluslararası Nakliyeciler ve İthalatçılar Dernekleri, TÜSİAD, MÜSİAD, ve İşadamları Dernekleri’nin imzacıları arasında olduğu 14 Nisan 2004 tarihli “Kıbrıs’ta çözümü destekliyoruz” bildirisi, batıcı-laik burjuvazinin cunta dönemleri dahil, savunduğu Avrupa merkezli Kıbrıs çözümünün bütün TC burjuvazisi tarafından kabul gördüğü önemli bir tarihtir. Daha sonra ise, bu bildirinin de Annan Planı sürecinin de politik ve ekonomik rantını İslamcı burjuvazi yemiştir. Burjuvazinin iç savaşının o tarihten itibaren Kıbrıs cephesindeki görünür kazananı İslamcı Blok’tur. Batıcı-Laik kampın sloganını İslamcı kamp soğurmuştur, üstüne üstük Kıbrıs’ta 90’ların sonunda başlayan sınıf hareketini de soğurarak emperyalizmle birlikte “AB ve Çözüm” sloganı altında referandum yenilgisine uğratmıştır tüm Kıbrıslıları.

İslamcı burjuvazi ve onun temsilcileri açısından daha açık konuşmak gerekirse, MÜSİAD’ın soğurduğu sloganlarla AKP, Türk ve Rum Kıbrıslıları uzun bir süre Kıbrıs’ta çözüm istediğine inandırmıştır.

28 Şubat öncesi sloganlara dönüş!

Bizim açımızdan anlamlı olan, bu ilhak sloganının dile getiriliş şekli ile iktidar sistemindeki çatlağa pansuman olmasa da müdahale olmasıdır. Egemen Bağış gibi, “Türkiye’nin Avrupa’ya dönük yüzü” olan bir kişinin bu sloganı dile getirmesi de ilginçtir. Kıbrıslıların nefret ettiği, eski Kıbrıs işlerinden sorumlu devlet bakanı, yani sömürge bakanı Cemil Çiçek veya şimdiki bakan Beşir Atalay dile getirseydi etkisi daha farklı olurdu.

TC burjuvazisinin iç savaşının yarığında kaybolan Türkiye soluna paralel bir de yarıkta Kıbrıs var: Kıbrıs Türk liderliği, Sosyal Demokrat ve Sendikal Sol liderlikler bu yarıkta kaybolmuştur. Bir kesim İslamcı burjuvaziye, bir kesim ulusal sola soğrulmuştur. Yarıkta kaybolanlar ve tamamen AB hattına oturanlar da cabası. Burjuvazinin iç savaşı ile farklı yönlerde derinleşen Kıbrıs Sorunu, 2012 yılı ile başlayan burjuvazinin önderlik krizinin de eklenmesi ile slogansız kalmıştır. Geçmişte TÜSİAD’ın sloganlarını kitleselleştiren ve soğuran AKP, batıcı-laik burjuvazinin Kıbrıs sloganlarını ve siyasetini tüketmiş ve 28 Şubat öncesi sloganlara dönmüştür: İlhak!

Kıbrıs’ı 28 Şubat günlerinde “Kışla ve Kilise”den ibaret gören İslamcı hareketin iktidar döneminde Kıbrıs yeniden 6-7 Eylül meydanıdır. Gayri Müslimlerin mallarını yağmalamak, canlarına kast etmek kadar helaldir Kıbrıs! Kışla’dan da artık rahatsız değildirler, çünkü 28 Şubat günlerinde rahatsız oldukları ‘kışla’ iç savaşta yenilmiş bir askeri bürokrasidir. Cami ve ilkel birikim olanakları ‘kilise’ toprağı olarak gördükleri Kıbrıs’tadır. Üç dönemlik AKP iktidarının en azından yarısında tamamen Türk Kıbrıslıları ve hatta Rum Kıbrıslıları kendi imajı altında soğurmuş ve önce KKTC liderliğini, daha sonra da sosyal demokrat-sendikal liderliklerinin varoluş sebeplerini ortadan kaldırmıştır AKP.

Sendikal iflas!

Depresyonla birlikte yoğunluğu din/gericilik karşıtlığı üzerinden kurulan yeni muhalefet, sınıf sendikacılığı ile alakasız bir popülist dönem yaşamaktadır. DİSK-TÜSİAD ilişkisi gibi adı konmamış bir Sendikal Platform ilişkisi vardır. Bizde TÜSİAD’ın yerini AB almıştır! Sınıf mücadelesi dışında “Sivil Toplum” alanında çaba harcayan Sendikalar, ilhak sloganı karşısında AB’ye mektup yazarken Özelleştirme Yasası için de mi AB’ye gidecekler, orası meçhul! Sendikaların geçen yıl 4 genel grev yaptığı ve ilk grevle dördüncü grev arasında büyük bir güç kaybı yaşandığı düşünülürse, sınıf mücadelelerinin nasıl sürdürülmesi gerektiği ve tabandan örgütlenmesi gerektiği üzerine daha çok tartışması ve tartıştırması gereken sendikalar burjuvazinin sınıf taarruzları arasındaki zamanlarda nekâhet dönemlerine çekilerek yeni taarruzları bekliyorlar. Kısacası Sendikal Platform, DİSK’in Kıbrıs’taki gölgesi gibidir. TÜSİAD da Kıbrıs Sorunu için AB’ye mektup yolu ile seslenmektedir, Sendikal Platform da!

AB-TC çelişkisine karşı ‘ilhak’ı sloganlaştırmak!

Bağış’ın ağzından çıkan ‘ilhak’ çözümünün arkasında bir süre önce yaşanmış doğal gaz ve petrol krizi ile TC’nin yasal Kıbrıs hükümetini tanımama ısrarı yatmaktadır. Kısacası Türkiye’nin var olanı inkâr etme alışkanlığı! Bir de buna tanımadıkları bir hükümetin AB dönem başkanlık sırasının gelmesi eklenince Egemen Bağış sömürgeci histerisine hakim olamamıştır.

146 devlet tarafından kabul gören 1982 Tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne Mısırla birlikte taraf olan Kıbrıs’ın 17 Şubat 2003 tarihli bir anlaşmayla sınırlarını belirlemiş olmasına, 2 Mart 2004’ten beri TC çeşitli bahanelerle itiraz etmektedir. Yani yaşanan doğal gaz krizi ilk ’bunalım’ değildir!

İki ülke (Mısır ve Kıbrıs), aralarında anlaşılmış olan çizgiyi, üçüncü ülkelerin haklarını etkileyebilecek olan bölgelere kadar uzatmaktan bile sakınmışlardır. Bir başka deyişle, sınır belirlemenin bütün resmi işlemleri ve gerekliliklerine uyulmuştur. (Kıbrıs-Önümüzdeki Yol, Dr.Kypros Chrysostomides; çev: Ahmet An, Say:125-6 )

İş böyle olunca tanımadığı hükümetin anlaşmasını da tanımayan TC, AB dönem başkanlığını da kendince tanımayarak işgal ve istila ederek sömürgeleştirdiği Kıbrıs’ın uluslar arası haklılığını ortadan kaldırdığını sanmakta ve ‘ilhak’ı bir tehdit aracı olarak kullanmayı seçmektedir.

Daha düne kadar AB anayasası tartışmaları sürerken bugün Avrupa iflas etmiş durumdadır. TC’nin ilhak çıkışı, bugün bu kırılma noktasından faydalanma isteğinden başka bir şey değildir.

Burjuvazinin liderlik krizine karşı işçi sınıfı ile tüm ezilenlerin birliği!

İslamcı burjuvazinin liderlik krizi daha da derinleşeceğe benziyor. İlhak sloganını da bu minvalde okumak mümkün. Suriye’ye savaş, Kürtlere KCK davası, Newroz’a yasak, Kıbrıs’ı ilhak… Yasal Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımamak, aslında kendi işgalini tanımamak iç TC burjuvazisi inkâr politikasında ısrar etmektedir Kıbrıs konusunda. Savaşa hazırlanan bu inkârcı Türkiye için de şovenizmi yükseltme olanağı olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dönem başkanlığına rest çekmek için 28 Şubat öncesi “Kıbrıs’ı ilhak” sloganının dirilmesi burjuva liderliğin krizinin en açık göstergesidir. Kıbrıs’ta sloganda 28 Şubat öncesine dönen AKP, Kürdistan’da 90’lara dönmüştür ve Suriye’ye girmek için sancı çekmektedir.

TC burjuvazisi İslamcısıyla ve batıcı- laiki ile Kürdistan’da ve Kıbrıs’ta sömürgecidir, anti-demokratik uygulamaların sözcüsüdür. Kıbrıs’ta batıcı-laik burjuvazinin Avrupa merkezli ve İslamcı burjuvazinin ilhakçı olmak üzere slogan farkı vardır; ama iç savaşta galip taraf İslamcı burjuvazi olduğuna göre Avrupa merkezli çözümler hiç olmadığı kadar uzaktır. Yukarda belirttiğimiz gibi ilhak sloganına dönüş de iktidar bloğundaki çatlaktan, Cemaat-AKP ayrışmasından kaynaklıdır. Bu noktada İslamcı hareket için Kıbrıs nostaljidir. Kürdistan’da Newroz’a karşı sürdürülen askeri harekât, Suriye savaşı ve Kıbrıs’ı ilhak sloganı da Gramsci’nin kullandığı manada bir “tarihsel iklim” üçlemesidir. Avrupa’nın iflasının ve Arap devriminin yarattığı “tarihsel iklime” karşı bir iklim!

Kıbrıs Kongresi’nde iki sömürgeyi ve TC’nin çifte sömürgeciliğini birlikte ele aldık. Demokratik hakların savunulduğu Türkiye’de ne gayri müslimlerin başına bir şey gelir, ne Newroz yasaklanır ne de Kıbrıs’ı ilhak sloganı gündeme gelebilir. Antidemokratik uygulamaların bütünlüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin politik uygulamalarının sürekliliğidir!

Biz Kıbrıslılar, ilhak sloganına karşı çıkarken Newroz’u savunmak zorundayız, Newroz’u savunurken Ragıp Zarakolu’nun özgürlüğünü de savunmak zorundayız ve Bursa’daki Bosch işçisiyle Amed’de Newroz alanını dolduran Kürtlerin birliği ile Arap devrimini savunmak için Suriye’ye savaşa karşı çıkmak zorundayız!

İslamcı burjuvazi, TC burjuvazisi içerisinde süren iç savaşta batıcı-laik burjuvazi karşısında kazanırken TSK’nın elindeki Kıbrıs mevzisini de ele geçirmiştir. Batıcı-laik burjuvazi de kazansa İslamcı burjuvazi de, biz Kıbrıs’ta Avrupa merkezli çözüm ile İlhak arasına sıkışmış durumdayız. Buradan çıkmanın tek yolu Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye işçi sınıfı ile birlikte Kıbrıslıların öznesi olacağı bir Birleşik İşçi Cephesi’dir!

Bu perspektifi koymak da biz devrimci Marksistlerin işi. Herkes kendi alanında bir diğerinden habersiz çarpışırsa kimse kurtulamayacak!
www.dip.org.tr

Kongreya Kibrisê

Îsmaîl Beşîkçî / Roja 4ê Adara 2012an, li Enqerê, Kongreya Kibrisê hat li darxistin. Kongre, ji layê 'Şêwra Entenasyonala Kibrisê', 'Platforma Ciwanên Kibrisê' û 'Civata Ramana Aktivîst' ve hat lidarxistin. Ji Tirkiyeyê jî beşdarên wek 'Însiyatîfa ji Ramanê re Azadî ya Enqerê' û 'AKA-DER' hebûn.

Mijara sereke, “Kolonîkirina Kibrisê, rewşa navnetewî û perspektîfa enternasyonalîstî”bû. Pêwendî bi Kurdîstanê re dihat danîn. Hevalên şoreşgerên Kibrisî, Kibrisê wek kolonîkî derve û Kurdîstanê jî wek kolonîkî hundurîn dinirxandin. Ez dê hewl bidim li ser vê kongreyê hin dîtinên xwe diyar bikim.
Di dawiya sala 2011an de, Sungur Savran, ji min re got ku şoreşgerên Kibrisî dixwazin li Enqereyê kongrekî lidarxin, ew Kibrisê wek koloniya Tirkiyeyê dinirxînin, dixwazin Kurdîstan û Kibrisê bi hev re bigrin dest û rûbirû bikin; gelo ez dê beşdar bibim an na, ji min pirsîbû. Piştî hinek sohbeta min Sungur min got ez dê beşdar bim.
Piştê wê rojê meraqa min a derbarê dîtina şoreşgerên Kibrisî derheqê Kurd û Kurdîstanê de zêdetir bû. Bi rastî hêvîkî min ji wan tunebû. Ji ber ku heta niha ez rastî Kibrisîkî ku derbarê Kurd û Kurdîstanê de têgihîştî be nehatibûm, ev kongreya ku li Enqereyê di 4ê Adara 2012an de hat lidarxistin min bi baldarî şopand. Di kongreyê de, min axaftinek bi navê erdnîgariya Kurd û Kibris kir.
Di danişîna bi navê“Cot kolonîkariya Tirkiyeyê: Erdnîgarîya Kurd û Kibris”de, Sırrı Süreyya Önder, Fikret Başkaya, Mahmut Konuk, İbrahim Akyol, Şaban İba axivîn, di vê danişînê de, ez jî li ser cudahiyên mezin têgihîştina hikûmetê ya derbarê Kurd û Kurdîstanê û Kibrisê de axivîm. Di vê danişînê de. Güven Varoğlu, “Li Kibrisê tekoşîna sendîkayî” vegot.
Di vê Kongreyê de, danişîneke bi navê “Dewlet, Kibris û Kurdan” hebû. Di vê danişînê de, Aziz Şah, Levent Dölek, Şiar Rişvanoğlu, Demir Çelik, axaftinên balkêş kirin. Axaftina Serkan Seymenî ya bi navê “Afrodîta behraspî, Kibrisa keştiya balafiran ku binavnabe “ bû .
Di danaşîna bi navê“Politikaya ekonomiya Kibris-Ekonomiya talanê” de Temel Demirer, Sait Çetinoğlu, Giorgos Katsanos, Celal Özakın, Ceren Göynüklü axifîn. Axaftina Ceren Göynüklüyê bi navê “Bandora pirsa Kurd li Bakurê Kibris û ked”bû. Di danişîna bi navê ”Rewşa navnetewî: Derdora şoreşgerên Deryaspî û Kibris” de Nikos Çiris, Sungur Savran û Suphi Toprak axifîn. Suphi Toprak, teblîxek bi navê “ Erdnîgariya Kurd û tezên Kibrisê” pêşkêş kir. Di navbera dîtinên van hevalan û yên din wek Rauf Denktaş, Derviş Eroğlu, û Mehmet Ali Talatê Kibrisî, di derbarê Kurd û Kurdîstanê de, cudahiyên pir mezin, dûr û kûr dihatin dîtin. Di çapemeniya Tirk de kesên ku li ser mijara Kibris radiwestin û van hevalan ji hêla hest û ramanê de ji hev cuda ne. Rauf Denktaş, Derviş Eroğlu, Mehmet Ali Talat û şêwirmendên wan yên ji çapemeniya Tirk bi zanîn pirsa Kurd û Kurdîstanê naynin rojevê. An bê ku navê Kurdan bêjin, dibêjin “em li hember terorê ne”, “tekoşîna Tirkiyeyê bi terorê re meşrû ye”. Rewşa hevalên ku Kongreya Kibrisê li darxistin pir cuda bû. Pirsa Kurd û Kurdîstanê di heşê van hevalan de gelek cih girtibû. Ez dixwazim li ser van mijaran hin nirxandinan bikim.
SiyasetmedarênTirk, rêveberên dewlet û hikûmetê, bo Kibrisê bi hindikî konfederasê dixwazin. Di ‘eslê xwe de tiştê tê xwestin qebulkirina Komara Tirk a Bakurê Kibrisê wek dewleteke serbixwe ye.Tirkiye, ji NYê, ji Konseya Ewropayê, ji YEyê, ji Teşkîlata Hevkarî Ewlehiya Ewropa, ji Konferansa Îslamê, ji Yekîtiya ‘ErebanA, ji Komarên Tirkî yên Asya navîn, ji saziyên Awrasya… bi tevahî ev tê xwestin. Çi civînên saziyên navnetewî bin, çi pêwendiyên du alî bin, di pêwendiyên xwe de, her dem vî dixwazin. Lê bi hindikî be jî konfederasyoneke ku Rum û Tirk wek hev desthilatdar bin tê xwestin. Desthilatdariya wek hev jî ancax, bi naskirina Komara Tirk a Bakurê Kibris ji layê, dewletên wek DYE, Federasyona Rûsya, Almanya, Birîtanya, Frense, Îtalya Îran, Pakîstan, Mîsîr, Si’ûdî ‘Erebîstan û saziyên navnetewî ve dê pêk bê.
Rayedarên dewlet û hikûmetê ji Filistîniyan re jî dewleteke serbixwe dixwazin. Dewleteke serbxwe ya‘Ereb Filistînî ku dawî li desthilatdariya Îsraîl anîbe.Siyasetmedar û rayedarên Tirkan ev jî di hevdîtinên dualî û saziyên navnetewî de herdem tînin rojevê.
Lê, rêveberên Tirkan tiştên ku ji Tirkên Kibrisê û Filistîniyan re dixwazin, bi rik dixwazin ji devê guhê wan jî ji Kurdan re naxwazin. Wek mînak li hember perwerdeha bi Kurdî bi awakî zorkarî derdikevin. Li hember xwestina Kurdan a xwe birêvebirinê bi terora dewletê derdikevin. Dema ku behsa Kurdan dibe her dem mijara “terorê” tînin rojevê. Mijara Kurd û Kurdîstanê di çarçova heq û hiqûq, têgihîştina azadiyê de nanirxînin, tim di çarçova ewlehiyê de dinirxînin. Lê, wek mînak, li Îsraîlê bo Filistîniyan perwerdeha bi ‘Erebî ji sala1948an vir ve, yanî ji avabûna dewleta Îsraîl vir ve heye. Divê Kurd wek kes, grûbên siyasî, partiyên siyasî, li her cih û her demê ev cot standardiya rêveberiya Tirkan bînin zimên. Wek mînak divê Partiya Aşîtî û Demokrasiyê li meclîsa Tirkan(TBMM) jî vê bîne zimên. Ev cot standardî di çanda Tirkan de jî cihekî girîng digre. Divê girîng be lêkolîna vê mijarê, nakokiya rêveberan divê her dem bê zimên.
Tirk tenê li hember statuya siyasî ya Kurdên Bakurê Kurdîstanê na, li hember Rojhilat û Rojavayê Kurdîstanê jî radiwestin. Li hember Statuya Hikûmeta Başûrê Kurdîstanê jî gelek hewdanên neyînî kirin lê bi ser neketin.
Güven Varoğlu, di axavtina xwe ya bi navê“Li Kibrisê Tekoşîna Sendîkayî” de anî zimên ku li Kibrisê nişteciyên Kibrisî 130 hezar in.Temel Demirer, di nivîsa xwe ya bi navê“Têbiniyên li ser polîtika ekonomiya Kibris”de li ser serjimara Bakurê Kibris agahiyên berfireh dide.Li gor encamên serjimara 2006an, serjimara nişteciyên Kibrisî li dor 121 hezarî ye.
Hemwelatiyên KTBK ku piştî sala 1974an ji Tirkiyeyê çûne 43 hezar in. Bi awakî din hejmara kesên ku bav û diya wan li Kibrisê hatine dinyayê jî, 13 hezar in. Hejmara kesên ku hemwelatiyên KTBK nînin, lê li Kibris dijîn jî 77 hezar in. Di nava vî 77 hezarî de, kesên ku piştî 1974an ji Tirkiyeyê hatin şandin, kesên bi qaçaxî çûne xebatê, 30 hezar xwendekar jî hene. Bê vana 35 hezar leşkerên Tirkan jî li wir hene. Temel Demirer, dibêje bi tevî leşker û xwendekaran mirov dikare serjimareke bi qasî 300 hezarî bîne zimên. Tenê li Bakurê Kurdîstanê, ji 20 milyonî zêdetir Kurd dijîn.
Suphi Toprak, di nivîsa xwe ya bi navê “Tezên Kurdîstan û Kibrisê” de wiha dibêje: “Tirkiyeya ku hêza asîmîlekirina bi rêya sermayedarî lewaze, bi rêya milîtarîzmê dixwaze Kurdan asîmîle bike.” Zihniyeta çepgir a ku li Tirkiyeyê serdest e, raperînên Kurdan wek berxwedana axayan li hember şaristaniyê nirxand û dînamîzma pirsa netewî tênegihîşt. Ev rewşa tênegihîştinê domkir, bi teza ku koloniaya koloniyê nabe, rewşa taybeta a Kurdîstanê red kirine. Kurdên Bakurê Kurdîstana ku ji layê emperyalîstan ve wek çar koloniyên welatên cuda hatiye dabeşkirin bo bujuwaziya Tirk re bi keda erzan û çavkaniyên xwezayî hatine pêşkêş kirin. Wek stratejiyek kolonîkariya Tirkiyeyê xwestiye kartê Kurd li hember herêmê ji bo hegomoniya xwe bi kar bîne.
Kurdîstanê di dest xwe de wek kolonî hiştin ji avabûna dewleta Tirkan vir ve polîtîkayên gelemperî her dem diyarkiriye. Bi navên gundan guhertinê, polîtîkayên asîmîlasyonê sepandin, an Tirkan anîn herêma Kurdan, anjî bi mişaxtina Kurdan berbi herêmên din ve Tirkan xwestiye demografiya Tirkiyeyê bixin destê xwe. Bo ku Bakurê Kibris bikin kolonî, hewdanên ku li Kurdîstanê pêk anînene, bikar neanîne. Wek Kurdîstaniyan gelê Tirk nekirine dijminê Kibrisiyan. Kibris, ji bo polîtîkayên kolonîkarî û hegomoniya Tirkiyeyê bûye nimûne. Ger Kerkûk û Mûsilê rojekî dagirbikin wê Tirk bixwazin tecrûbeya Kibrisê bikarbînin.
Berê jî Tirkiye, Kurdîstan û Hatayê bi rêya guhartina demografyayê asîmîlasyonê bikar anîbû. Jiber piraniya Kurdan ku bi tevayî bi ser neketibe jî li hin cihan bi ser ket.Dewleta Tirkan bi qasê Kurdîstanê nebe jî li Kibrisê bi rêya TMTê hin rewşenbîr hatine kuştin. Di serdema T.Ozal de, sanayîya ku li Bakurê Kibris hebû bi tevayî hate rûxandin. Heta roja îro tu karekî baş nehate kirn.Tenê karê otêlan, ofshor, Bankavanî ûhwd.bi destê burjuwaziya Tirkiyeyê bû qadeke sermayeyê seretayî.Ev civandina sermayeyê seretayê jî bi talankirina mal û mulkê Rûman hat pêk anîn.
Temel Demirer, Suphi Toprak û İşar Rişvanoğlu, dibêjin ku li Kibrisê, kontrgerîla baregeh ava kiriye, di ekonomiyê de dewlemendiya mafya, kumar û fuhûşê bi dest xistine.
Têgihîştina hevalên Kibrisî ya derbarê mijara Kurd û Kurdîstanê de girîng e. Kurdîstanê wek Koloniya hundir û Kibrisê jî wek koloniya derveyî nirxandina wan rewşeke balkêş e. Aziz Şahê, ku di kongreyê de axivî wiha got:”Tirkiyeya ku bi dewlet avakirinê Kibrisê, bi bêdewlet hîştina Kurdan jî Kurdîstanê kiriye mêtingeh; dewletek kolonîkar e.”
Di vê navberê de divê bê gotin ku Kurd û Kurdîstan ji statuya mêtingehtî jî kêmtir in. Mêtingeh statuyek siyasi ye.Dema mirov dibêje “Hindistan mêtingeja Britanyaya mezin e.”, “Cezayir mêtingeha Frense ye.” “Mozambik mêtingeha Portekiz e.” Welatên ku sînorên wan diyarkirî tê heşê mirov. Di van welatan de, hin gelên din wek ne Îngilîz, ne Frensiz, ne Portekîzî dijîn ji layê dewletên emperyal û kolonkar ve tê qebûl kirin. Lê, li Kurdîstanê rewş qet ne wiha ye. Kurd û Kurdîstan, di salên1920an de, di serdema Cemiyet-i Akvam ( Cemiyeta Miletan) ji layê dewletên emperyalên wê serdemê, Britanya Mezin û Fransa tevî hevkarên xwe yên Rojhilat Tirk, ‘Ereb û Farisan ve hat dabeş kirn, perçe kirin û parve kirin. Ev kar û xebatên han bê ku navê Kurd û Kurdîstan wer ser ziman hat kirin. Britanya Mezin, Başûrê Kurdîstanê, Frense Rojavayê Kurdîstanê kirin bin desthilatdariya xwe. Ev axa Kurdîstanê, paşê di salên1930an de û piştê şerê duyem ê cîhanî ji layê Britanya Mezin û Fransa ve ji mandayên wan re hat diyarî kirin. Bi peymana Lozan a li ser karên Rojhilata Nêzîk, Bakurê Kurdîstanê ji Komara Tirkiyeyê re, Rojhilatê Kurdîstanê jî ji Şahîtiya Nû ya Îranê re hat hiştin. Dabeşkirin, perçekirin û parvekirn bi “Peymana Lozan a li ser karên Rojhilata Nêzîk” hat garantî kirin. Ji vî pêve, Kurdên ku bo maf û azadî û rizgariya xwe serî hildan bi heydûdî, eşqiyatî û terorîstî… hatin binav kirin. Bi polîtîkayên organîzekirî û jenosîdan ji holê hatin rakirin.
Di salên Şerê Yekemê Cîhanî de û piştê wî de, Rêveberên Yekîtiya Sowyetan jî ku bêtirîn li ser çarenûsa netewî radiwestin, di mijara Kurdan de, polîtîkayek li dij Kurdan dimeşandin.Ev dijîtiya ku li hember Kurdan dihate kirin ji ya Brîtanî û Frensizî ne cudatir bû. Rêveberên Yekîtiya Sowyetan herdem li hember statuyeke siyasî bo Kurdan rawestine, ji 14 xalên ku ji layê Serokê DYE Wilsonî ve hatin pêşkêşkirin 12 xalên ku bi Kurdîstanê re têkildarbûn herdem ji aliyê Sowyetê ve hatin red kirin.
Ez bi niyetim ku paşê jî li ser vê sempozyuma têkildar bi Kongreya Kibrisê re nivîsên xwe bidomînim.
Ev gotara Îsmaîl BEŞÎKÇÎ ji layê Ahmed KANÎ ve hatiye wergerandin.

20 Mart 2012 Salı

“Kıbrıs Kongresi”

Îsmail Beşikçi










4 Mart 2012 günü, Ankara’da, Kıbrıs Kongresi düzenlendi. Kongre, Kıbrıs’tan, “Enternasyonal Dayanışma Kıbrıs”, “Kıbrıslı Gençlik Platformu”, “Aktivist Düşünce Topluluğu” tarafından düzenlendi. Türkiye’dense, Kongreyi düzenleyenler arasında “Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi” ve “AKA-DER vardı.

Temel konu, “Kıbrıs’ın sömürgeleştirilmesi, uluslar arası durum ve enternasyonalist perspektif”di. Kürdistan’la ilişki kuruluyordu. Kıbrıslı devrimci arkadaşlar, Kıbrıs’ı dış sömürge, Kürdistan’ı iç sömürge olarak değerlendiriyorlardı. Bu yazıda, bu kongreye ilişkin bazı düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım.

2011 yılı sonlarında, Sungur Savran, bana, Kıbrıslı devrimcilerin, Ankara’da bir kongre düzenlemek istediklerini, bu arkadaşların Kıbrıs’ı Türkiye’nin sömürgesi olarak değerlendirdiklerini, Kıbrıs’ı ve Kürdistan’ı bir arada ele alıp karşılaştırmak istediklerini, benim de kongreye katılıp katılamayacağını sormuştu. Sungur’la bu konuda biraz sohbet ettikten sonra, katılacağımı belirttim.

O günden sonra, Kürdler, Kürdistan konusunun Kıbrıslı devrimcilerin bilincine nasıl çarptığını hep merak etmeye başladım. Bu, kişi olarak beklemediğim bir konuydu. Zira Kıbrıslı tanıdıklarımın, Kürdler/Kürdistan sorununun bilinçlerine çarptığına tanık olmamıştım, 4 Mart 2012 tarihinde Ankara’da düzenlenen bu kongreyi de ilgiyle izledim. Kongrede, Kürd Coğrafyası ve Kıbrıs konulu bir konuşma yaptım.

“Türkiye’nin çifte sömürgeciliği: Kürd coğrafyası ve Kıbrıs” oturumunda, Sırrı Süreyya Önder, Fikret Başkaya, Mahmut Konuk, İbrahim Akyol, Şaban İba konuştular, Bu oturumda, ben de hükümetin, Kürd/Kürdistan algısıyla, Kıbrıs algısı arasındaki derin farklar üzerinde konuştum. Bu oturumda, Güven Varoğlu, “Kıbrıs’ta sendikal mücadele”yi anlattı.

Kıbrıs Kongresi ’nde, “Devlet, Kıbrıs, Kürdler” başlıklı bir oturum vardı. Bu oturumda, Aziz Şah, Levent Dölek, Şiar Rişvanoğlu, Demir Çelik, dikkate değer konuşmalar yaptılar. Bu oturumda konuşan, Serkan Seymen’in tebliği, “Akdeniz’in Afrodit’i, batmayan uçak gemisi Kıbrıs’ın konumu” başlığını taşıyordu.

“Kıbrıs’ın ekonomi politiği-Talan ekonomisi başlıklı oturumda, Temel Demirer, Sait Çetinoğlu, Giorgos Katsanos, Celal Özakın, Ceren Göynüklü konuştular. Ceren Göynüklü’nün, tebliği, “Kürd sorununu Kıbrıs’ın Kuzeyine etkisi ve emek” başlıklıydı

“Uluslar arası durum: Akdeniz devrimci havzası ve Kıbrıs” oturumunda, Nikos Çiris, Sungur Savran ve Suphi Toprak konuştular. Suphi Toprak, “Kürd coğrafyası ve Kıbrıs tezleri” başlıklı bir tebliğ sundu.

Kıbrıslı arkadaşların konuşmalarında, örneğin, Rauf Denktaş’ın, Derviş Eroğlu’nun, Mehmet Ali Talat’ın Kıbrıs, Kürd/Kürdistan algılamalarıyla bu arkadaşların algılamaları arasında çok büyük, çok derin farklar olduğu görülüyor. Kıbrıs konusunu, Türk basınında onu edenler ile bu arkadaşların duygular ve düşünceleri yine çok farklı. Rauf Denktaş, Derviş Eroğlu, Mehmet Ali Talat, onların Türk basındaki danışmanları, Kürdlerden Kürd/Kürdistan sorunundan söz etmemeye özen gösterirlerdi. Veya Kürd adını anmadan, “teröre karşıyız” diyerek, “Türkiye’nin terörle mücadelesi meşrudur.” diyerek genel bir şey söylerlerdi. Kıbrıs Kongresi’ni düzenleyen arkadaşların durumu ise çok farklı. Kürd/Kürdistan sorunu bu arkadaşların bilincinde epeyce yer bulmuş. Bu konularla ilgili bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.

Türk siyaset adamları, devlet ve hükümet yöneticileri, Kıbrıs için en azından bir konfederasyon talep etmektedirler. Aslında istenen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasıdır. Türkiye, Birleşmiş Milletler’den, Avrupa Konseyi’nden, Avrupa Birliği’nden, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda, İslam Konferansı’ndan, Arap Birliği’nden, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinden, Avrazya örgütlerinden… hep bunu talep etmektedir. Gerek uluslararası kurumların toplantılarında, gerek ikili ilişkilerinde bu ilişkileri konuşmakta, bunu talep etmektedir. Ama, en azından, Rum tarafının da Türk tarafının da egemenlik haklarına sahip olduğu, eşit düzeyde egemenlik haklarına sahip olduğu bir konfederasyon talebi vardır. Eşit düzeyde egemenliğin de ancak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, ABD, Rusya Federasyonu, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, İran, Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan gibi devletler tarafından ve uluslararası kurumlar tarafından tanınmasıyla gerçekleşeceğini vurgulamaktadır.

Devlet ve hükümet yetkilileri, Filistinliler için de bağımsız bir devlet istemektedir. İsrail egemenliğine son vermiş bağımsız bir Filistin Arap devleti. Türk devlet ve siyaset adamları buna da ikili görüşmelerinde ve uluslararası kurumlarda sık sık gündeme getirmektedir.

Fakat, Türk yöneticiler, Kıbrıs Türkleri ve Filistinliler için istedikleri, ısrarlı bir şekilde istedikleri hakların küçük bir bölümünü bile Kürdler için istememektedir. Örneğin Kürdçe eğitime şiddetli bir şekilde karşı çıkmaktadır. Kürdlerin kendi kendilerini yönetme isteklerine karşı devlet terörü tırmandırmaktadırlar. Kürdler söz konusu olduğu zaman, hep, “terör” konusunu gündeme getirmektedirler… Kürdler/Kürdistan konusunu, hak, hukuk, özgürlük anlayışı çerçevesinde değil, hep güvenlik anlayışı içinde değerlendirmektedir. Halbuki, örneğin, İsrail’de, Filistinliler için Arap diliyle eğitim 1948 yılından beri, yani İsrail devletinin kuruluşundan beri var. Kürdler, kişiler ve gruplar olarak, siyasal partiler olarak, Türk yönetiminin bu çifte standardını, her yerde ve her zaman vurgulamak durumundadır. Örneğin Barış ve Demokrasi Partisi bunu TBMM’de de dile getirmelidir. Bu çifte standartlılık, Türk siyasal kültürünün de çok önemeli bir boyutudur. Bu konunun irdelenmesi, yöneticilerdeki bu çelişkinin her zaman dile getirilmesi önemli olmalıdır.

Türkiye, Kürdlerin siyasal bir birim oluşturmasına, siyasal statü elde etmesine, sadece Türkiye’de değil, Güneybatı Kürdistan’da, Doğu Kürdistan’da, da karşı çıkmaktadır.Ama, Güney Kürdistan’da, Kürdlerin, “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” adı altında bir statü elde etmesine, bütün çabalarına rağmen engel olamamıştır.

Güven Varoğlu, “Kıbrıs’ta Sendikal Mücadele” başlıklı konuşmasında, bugün, Kıbrıs’ta yerli nüfusun toplamı 130 bin civarında olduğunu söylemektedir. Temel Demirer, “Gıbrıs’n Ekonomi Politiği Üzerine Kenar Notlar” başlıklı incelemesinde, Kuzey Kıbrıs’daki nüfusla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgiler vermektedir. 2006 nüfus sayımı sonuçlarına göre, Kıbrıs’ta yerli nüfus 121 civarındadır. KKTC vatandaşı olan fakat Türkiye’den 1974 den sonra gidenlerin sayısı ise, 43 bin kadardır. Ayrıca, annesi veya babası, Kıbrıs’ta doğanların sayısı ise, 13 bin kadardır. KKCK vatandaşı olmayan fakat KKTC sınırları içinde olan Türklerin sayısı ise 77 bindir. 77 bin içinde, 1974’den sonra Türkiye’den gönderilenler, kaçak çalışmaya gidenler, 30 bin kadar da öğrenci vardır. Bunlardan ayrı olarak 35 bin civarında Türk askeri de bulunmaktadır. Temel Demirer, askerlerle, öğrencilerle birlikte 300 bine yakın bir nüfustan söz etmek mümkündür. Türkiye’deyse, 20 milyondan fazla Kürd yaşamaktadır.

“Kürdistan ve Kıbrıs Tezleri” başlıklı bildirisinde, Suphi Toprak, şunları söylüyor. “Kendi burjuvazisinin ekenomik asimilasyon gücü son derece düşük olan Türkiye, Kürdlerin asimilasyonunu militarist yöntemleriyle gerçekleştirmeye çalışmıştır. Türkiye’de hakim olan sol anlayış, Kürd isyanlarını moderniteye karşı direnen feodal ağalar düzeyinde algılayarak ulusal sorunun dinamiğini anlamadığını ortaya koymuştur. Bu anlamamazlık durumu daha sonra da devam etmiş, sömürgenin sömürgesi olmaz diyerek Kürdistan’ın özel durumunu reddetmiştir. Emperyalistler tarafından, dört ayrı ülkeye sömürge olarak bölünen Kürdistan’ın kuzeyindeki Kürdler, ucuz işgücü ve doğal kaynakları ile, Türk burjuvazisine kaynak olarak sunulmuştur ve stratejik olarak Kürd kartı, üzerinden, bölge üzerinde, nüfuz edinme çabaları bu Türkiye sömürgeciliğinin klasik özneleri olmuştur.

Kürdistan’ın sömürge olarak tutulması, Türkiye devletinin genel politikalarını kuruluşundan bu yana belirleyen ana çizgi olmuştur. Köy isimlerinin değiştirilmesi, asimilasyon politikalarının uygulanması, Kürd bölgelerine Kürd olmayan nüfus göç ettirilerek, ya da Kürdleri Kürd olmayan nüfusun yoğun olduğu yerlere göç ettirerek Türkiye, kendi etkisini demografideki oynamalarla hakim kılmak istemiştir. Kuzey Kıbrıs’ın sömürge olarak tutulması için, Kürdistan’daki sömürgecilik politikalarının, daha düşük haliyle uygulanmasına dikkat edilmiştir. Kürdistan sorunundan farklı olarak, Türkiye’deki nüfus Kıbrıslılara karşı düşman edilmemiştir. Kıbrıs, Türkiye’nin kendi sömürgeciliği ve yayılma politikaları için örnek teşkil etmiştir. Bir muhtemel, Kerkük ve Musul işgal hareketine model olarak Kıbrıs’taki deneylerinde kullanılmak istenildiği ortadadır.

Türkiye daha önce, Kürdistan’da ve daha küçük ölçekte Hatay’da, nüfus göçleri sayesinde, bir asimilasyona girişmiştir. Kürdlerin nüfus olarak çoğunluğundan bu çok başarılı olmuş olmasa da etkisini gösterdiği alanlar mevcuttur. Türkiye Devleti, Kıbrıs’ta, Kürdistan’daki kadar açık şiddet uygulayamazsa da, Kıbrıs’ta da TMT tarafından öldürülen aydınlar vardır.

Kuzey Kıbrıs’daki var olan sanayi, ekonomisi, Özal döneminde, tamamen bitirilip, günümüze kadar var olan, bir hotel, o f shore bankacılık, ve seks sektörünün yerleştirildiği ve Türkiye burjuvazisinin kendini geliştirebilmek amacıyla kullandığı bir ilkel sermaye birikim alanına çevrilmiştir. Bu ilkel sermaye birikimi otellerin, ve Rum mal varlıklarının yağmalanması gibi, ekonomik çıkarlar üzerine kurulmuştur.

Temel Demirer, Suphi Toprak ve İşar Rişvanoğlu, Kıbrıs’ta, kontrgerillanın Kıbrıs’ta üs kurduğunu, ekonomide mafyanın ve kumarın fuhuş sektörünün önemli girdiler yarattığını vurgulamaktadır.

Kürdler/ Kürdistan konusunun Kıbrıslı arkadaşların bilincine çarpması, bu Kürdistan’ı sömürge kavramıyla değerlendirmeleri, Kürdistan’ın iç sömürge, Kıbrıs’ın dış sömürge olarak değerlendirilmesi dikkate değer bir durumdur. Kongrede bir konuşma yapan Aziz Şah, “Türkiye Kıbrıs’ı devlet kurdurarak, Kürdleri de devletsiz bırakarak sömürgeleştirmiştir.” demiştir.

Bu arada şunu vurgulamakta yarar var. Kürdler/Kürdistan sömürge bile değildir. Sömürge bir siyasal statüdür. “Hindistan Büyük Britanya’nın sömürgesidir”, “Cezayir Fransa’nın sömürgesidir” “Mozambik Portekiz’in sömürgesidir” denildiği zaman, sınırları önceden çizilmiş, belli olan bir ülke akla gelmektedir. Bu ülkede, başka bir halkın örneğin, İngiliz olmayan, Fransız olmayan, Portekizli olmayan bir halkın yaşadığı da emperyal ve sömürgeci devletler tarafından kabul edilmiş olmaktadır. Kürdistan’da ise durum hiç böyle değildir. Kürdler, Kürdistan, 1920’lerde, Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) döneminde dönemin emperyal devletleri, Büyük Britanya ve Fransa ve onların Ortadoğu’daki işbirlikçileri, Türk Arap ve Fars yönetimleri tarafından, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürd adı ve Kürdistan adı hiçbir yerde ve hiçbir zaman anılmadan bu operasyonlar gerçekleştirilmiştir. Büyük Britanya, Kürdistan’ın Musul Vilayeti denen Güney kesimlerini, Fransa, Güneybatı kesimlerini denetimleri altına almıştır. Bu Kürdistan toprakları, daha sonra, 1930’larda ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Büyük Britanya ve Fransa tarafından mandalarına (sömürgelerine) armağan edilmiştir. Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması’yla Kuzey kesimleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğine, Doğu kesimleri İran İmparatorluğu’nun devamı olan Yeni İran Şahlığı’nın denetimine bırakılmıştır. Bölünmeyi, parçalanmayı ve paylaşılması, “Yakın Doğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması” garanti altına almıştır. Artık, hakları, özgürlükleri için ayağa kalkan Kürdler, şaki, haydut, sergerde, eşkiya… diye anılmaya ve organize politikalarla yok edilmeye başlanmıştır.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve daha sonraları, ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkından en çok söz eden Sovyetler Birliği yöneticileri de Kürdler konusunda hep anti-Kürd bir politika izlemiştir. Bu anti-Kürd politikanın, Büyük Britanya ve Fransa tarafından uygulanan anti-Kürd politikalardan hiç farklı değildir. Sovyetler Birliği yöneticileri, Kürdlerin Yakındoğu’da bir statü elde etmelerine her zaman karşı durmuştur. ABD Başkan Wilson tarafından dile getirilen 14 noktanın, 12.sinin Kürdistan’da uygulanmasına her zaman direnç göstermiştir.

Kıbrıs Kongresi ile ilgili bu sempozyuma daha sonra da devam etmek niyetindeyim.

17.03.2012


Kıbrıs-Kürdistan Kongresi: Enternasyonalist bir hatta ilerlemek!

Kıbrıs üzerine yazan yabancılardan Patrick Balfour, “Kıbrıslılar kısa, sağlam yapılı, değirmi kafalı bir halktır” der. Biz, ‘değirmi kafalarımızla’ köşeli cümleler kurmaya gittik Ankara’ya, vurgulayarak söylüyorum: Köşeli cümleler! Her ideolojik hat’ta kabul görmeyecek, hep tahmini kalıpların dışına taşacak, enternasyonalist bir perspektif ile gittik Cemal Süreyya’nın ‘üvey ana’ dediği Ankara’ya.

Bir yıllık bir yürüyüş vardı gidişimizin öncesinde. Kongre’nin açılışında da söylediğimiz gibi: Bir Dersimli ile bir Kıbrıslı’nın yan yana gelmesi ile yazılan “NATO Kürdistan’dan ve Kıbrıs’tan defol” bildirisini elimize alıp gittik. Yazılıp yazılıp tekrar bozulan bir Kongre programı ki: Türkiye’nin Marksist birikimini taşıyan entelektüellerinin ve biz Kıbrıslı enternasyonalistlerin aylar süren çalışmasının bir sonucu. Tabii, bizi harekete geçiren sadece teori değildi, 2011 dayanışmalarıydı: Antalya’dan Ankara’ya birçok şehirde yapılan dayanışmalar. En önemlisi de, dayanışmadan fazlası olan, 4 Mart’ta Ankara’da sokağa çıkan 100’ün üzerindeki Kıbrıslı öğrenci.

Kıbrıslılar, Ermeniler ve Rumlar

Sırrı Süreyya Önder’in ilk oturumda vurguladığı ve bizi merağa düşüren, daha sonra yüz yüze Sırrı yoldaşa sorduğumuz konuyu, söz uçmasın diye buraya da not edelim: “Biz mecliste” demişti Sırrı Süreyya, “Kürt sorunundan çok Kıbrıs ve Ermeni konularında tepki alıyoruz.” Daha sonra Sırrı Süreyya’yı ziyaretimizde “Kıbrıs’ın K’sını duyar duymaz tepki vermeye başlıyorlar” demişti.

Biz, Türkiye kapitalizminin tarihini ve sermayenin Türkleştirilmesini okurken Kıbrıs’ın tarihini, Kıbrıs’ın Türkiye’nin ‘milli davası’ haline getirilişini de okuyoruz. Kıbrıs’ın tarihi, Türkiye’deki Gayri-Müslümler’in tarihidir de, Kıbrıs’ın Taksim edilmesi de Gayri-Müslümler’in kovulmasının tarihidir. 6-7 Eylül ‘55 ve ‘64 kovulmalarını bu yüzden Kongre’mizde ele aldı Giorgos Katsanos ve Sait Çetinoğlu. Bu bağlamda güzel insan Serkan Seymen de yaptığı konuşmasında, Türk basınının Kıbrıs sorununun milli dava haline getirilişinde nasıl bir işlev yüklendiğini ve Kıbrıs’ın nasıl bir kamusal linç imgesine dönüştürüldüğünü hatırlattı.

Kıbrıs ve Kürdistan

Kürdistan’da Şark Islahat Planı olarak ortaya çıkan devlet politikası Kıbrıs’ta Kıbrıs’ı İstirdat Projesi’dir. Kürtleri Türkçe ile ıslah etmek üzerinden kurulan sömürgeci adım Kıbrıs’ı geri almak üzerinden gelişir. Bu yüzden bugünün Türkiye’sinde var olan “Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanlığı” aslında Kıbrıs’ın bir Dış Politika sorunu olmadığının, bir “iç politika” konusu olduğunun, son tahlilde Misak-ı Milli’nin laf-ı güzaf bir durum olduğunun göstergesidir. Kongre’mizde Şaban İba değinmişti Şark Islahat Planı’na, ben de konuşmamın konusu olmamasına rağmen, bu iki politikanın iç içe geçmişliğini tekrardan Islahat Planı’na ve İstirdat Projesi’ne yabancı olan Kıbrıslı katılımcılar için tekrar etmiştim. Değerli Hocamız İsmail Beşikçi de yasak kitaplarında, savunmalarında, İsmail Beşikçi Sempozyumu’nda ve son olarak da Kıbrıs Kongresi’nde söylediği: “Kürdistan’ın sömürge statüsü bile olmayan bir yer” olduğu tezini ve Kıbrıs konusundaki yaklaşımını, daha önce Sempozyum’da çok açık bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde somutlamıştı : “Bugün Başbakan Erdoğan KKTC için ne istiyor, kanımca bağımsızlık istiyor. Filistin için ne istiyor, bağımsızlık istiyor. Neden Kürtler için de bu istenmiyor? Bunu da konuşmak gerekir.” Bense konuşmamın bir yerinde İsmail Hoca’nın bu yaklaşımından dolayı Kongre’nin kurucu tezleri açısından bir müdahalede bulunarak, Kürdistan’ın devletsiz bir coğrafya ve ulus haline getirilerek, devletler arasında bölünüp, önce İran ve Osmanlı arasında, daha sonra 4-5 devlet arasında uluslararası bir sömürge haline getirilip sömürgeleştirildiğini; Kıbrıs’ın ise dekolonizasyon süreci ile başlayan bir “devletler mezarlığına” çevrildiğini, sırasıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Taksim ile de önce Bayraktarlık, sonra Otonom Türk Yönetimi, daha sonra Federe ve 12 Eylül Faşist darbesi ile de KKTC’ye evrilen “beş devlet”li bir sömürgeleştirme ile karşı karşıya kaldığını söyledim. Biçimde farklı bir görüntü olsa da içerikte ikisi de sömürgeleştirme, ikisi de Taksim edilmiş iki coğrafya. Levent Dölek yoldaşımızın, konuşmasında hatırlattığı, 19 Temmuz’da KTHY çadırı önünde Tayyip Erdoğan’ın ziyareti vesilesi ile uygulanan şiddet Erdoğan’ın nasıl bir “bağımsız KKTC” istediğinin en açık göstergesidir. Bunun yanında “TC burjuvazisinin iç savaşının Kıbrıs’a yansıması” başlıklı konuşmamda vurguladığım nokta da bu sömürgede işlerin nasıl yürüdüğünün bir başka göstergesidir: ‘74 işgalinden hemen sonra batıcı laik burjuvazinin temsilcisi TÜSİAD ve TOBB Kıbrıs'a "askeri harekât bitti, sıra ekonomik harekâtta" diyerek sömürgeci sınıf taarruzuna geçer. DİSK de işgal için gönüllü askerlik ve bağış kampanyası yapar işçi sınıfı içerisinde, grevler iptal edilir. TÜSİAD için Kıbrıs, "ekonomik harekât" talep ettiği 74 yılı ile dış yardım fonu krizinin yaşandığı 78 yılı arasında önemli bir yere sahiptir. 90'larda ise Avrupa merkezli bir çözümün bulunması yönünde uğraşa girerler. TÜSİAD'da kırılma yaşanır, bir grup ayrılır. 28 Şubat'ın "mağdur"u İslamcı burjuvazi ise kendisine bir "mahdun" grubu (CTP Liderliği) seçerek ’99 sonrasında başlayan kitle hareketini "pasif devrim" taktikleri ile bastırır. MÜSİAD, TÜSİAD'ın uygulamalarını geliştirerek 2000'lerde Kıbrıs'ta hegemonyasını kurar ve burjuvazinin iç savaşında bir mevzi kazanmış olur. TC burjuvazisinin iç savaşının Kıbrıs'a bu kadar yansımasının tek bir açıklaması vardır: Kıbrıs, Türkiye'nin sömürgesi'dir!

Bu bağlamda ilkel birikim süreçlerini de bu sömürge olma durumuna bağlayan konuşmayı Celal Özkızan yoldaşımız yapmıştır. Dikkatli bir katılımcı görmüştür ki, bir konu başka bir konuyla, konuşmayla bağlanmıştır. Son tahlilde bütünlüklü birkaç tez savunulmuştur.

Özellikle İsmail Beşikçi Hocamız’ın Türkiye’de kanımca en yasak kitabı olan “Devletlerarası sömürge Kürdistan”da verdiği bir örnek Gayri-Müslümler’in, Kıbrıslılar’ın ve Kürtler’in nasıl iç içe geçmiş hayatlar yaşadığını göstermektedir. “Birlik-Beraberlik Sloganı” altında Türk Devleti, “Kıbrıs’ta Rumlara karşı beraberce savaştık, ayrım gayrım yapmadık” sloganı ile gidiyordu Kürtler’e. İsmail Hoca’nın kitabında defalarca tekrarladığı bu örnek aslında Kürdistan-Kıbrıs Kongresi’nin yola çıkarken kafasına koyduğu Tezler’in haklılığını göstermektedir.

İsmail Beşikçi’nin hayatının, mücadelesinin ve kitaplarının önünde eğilerek bu eleştiriyi Kongre’de önceden planlanmamış bir şekilde yapmak durumunda kaldım. Yine mahcubum, ama Sömürge Ada’dan gelen bir devrimci Marksist olarak bu tavrı Ankara’da koymamak bir eksiklik olurdu.

TİP’den BDP’ye Kıbrıs

Emek ve Özgürlük Bloku seçimi 36 milletvekili ile kazanırken sıcağı sıcağına İMC TV’de TİP benzetmesi yapılmıştı. Sosyalistlerin bu kadar yüksek temsili TİP’ten sonra bir ilkti. Gerek Kıbrıs özelinde gerekse enternasyonalist zeminde bakarsak TİP’in suç dosyası kabarıktır. Bu yüzden bizim BDP’den beklediğimiz TİP’in yaptığı hataları yapmaması ve hata yapmamak için Kıbrıs’a birkaç milletvekili dışında kayıtsız kalmayı seçmemesidir. Bu yüzden Kongre’de BDP’den iki milletvekili vardı. Bundan sonra da BDP’yi daha fazla Kürdistan’la birlikte Kıbrıs için çalışırken görmek istiyoruz.

Kıbrıs konusunda TİP sabıkalıdır. Behice Boran sabıkalıdır. Mehmet Ali Aybar sabıkalıdır. Ama Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Demir Çelik, Hasip Kaplan bugüne kadar söyledikleri sözlerle, yaptıkları konuşmalarla Kıbrıslılar’ın gönlünü çalmıştırlar. Yoldaşlık zaruridir.

İki zıt siyaset görüntüsü veren MDD de, TİP de Kıbrıs’a askeri müdahale konusunda hemfikirdiler. Türkiye’de 60-74 dönemi istisnai durumlar hariç bütün sol siyasetler ilk etapta Askeri Harekat’ın bir işgal harekatı olduğunu göremedi ve müdahaleyi destekledi. Sonradan karşı çıkanlar oldu, “ama’lı, fakat’lı” karşı çıkanlardı onlar. Doğu Perinçek gibi sonradan pişman olan ama savaşın ilk anında “İşgalci Türk Ordusu Kıbrıs’tan defol” diyen bir vaka da vardı. Bunu da SSCB’nin yaptığının tam tersini yapmak üzerinden okumak mümkün.

Behice Boran’ın tavrı öğreticidir. Çünkü Boran’ın sözlerinden kan damlar: “… gönül arzu eder ki, Kıbrıs İmparatorluk zamanında olduğu gibi, Türkiye’nin kontrolü altında, Türkiye’nin elinde olsun.” der Boran. 1967 yılında Alparslan Türkeş’in verdiği bir soru önergesine ise hükümetin müdahale hakkından feragat ederek Kıbrıs’a harekât düzenlememesini eleştirir Behice Boran. Alparslan Türkeş’le yarışır… Boran’a göre, askeri müdahale “son derece ciddi bir iştir” ve yapılmalıdır! Söyleyip yapmamak ciddiyetsizliktir! 1969’da ise “iki Tez”li Kıbrıs çözümü önerir Aybar liderliğinde TİP: Çözümün ilk adımı olarak Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığını savunur, ikinci adımda ise silahsız, tarafsız, iki bölgeli federatif bölünmüş bir Kıbrıs’ı bolca garantör ile çözüm olarak sunar TİP Milletvekilleri TBMM Başkanlığına.

1978 yılında Partizan’ın, 1976 yılında Aydınlık’ın işgale karşı yayınladığı kitaplar vardır. TSİP ise savaşı ilk bildiride SSCB’nin tavrına bağlı kalarak destekler ama ikinci bildirisinde işgal olarak tanımlar ve işgale karşı aktif bir yayın yapar. Türkiye’de bazı şehirlerde de askeri müdahalenin son bulması için “Bağımsız Kıbrıs” mitingleri yaptırır TSİP. 80’lerin başına kadar TSİP’in yayınlarında Kıbrıs yer tutar. Ankara’da 1974’te savaş günlerinde öğrenciler bildiri dağıtır. Leipzig TKP de sonradan işgale karşıdır. 80’lerden 2000’lere kadar Kıbrıs Türkiye solu tarafından unutulur… 2000’lerin başında Annan Planı sürecinde ise yalnız bırakılmış bu coğrafya, Türkiye solunun büyük kısmı tarafından özellikle Sosyalist İktidar Partisi’nin TKP’si, emperyalizmin oyununa gelmekle suçlanır; Kıbrıslıları anlamak için istisnai durumlar dışında pek çaba yoktur. Denktaş’ın ölümünde olduğu gibi de sol liberal gelenek içinse Kıbrıs, Ergenekon’u suçlayabilecekleri bir argümana indirgenebilecek bir konudur.

Biz Kıbrıslı enternasyonalistlerin de doğru bulduğu, Kıbrıslıları emperyalizmin kucağına düşmekle itham etmeyen, doğru yaklaşım Devrimci İşçi Partisi’nin öncülü İşçi Mücadelesi geleneğinde mevcuttur:

“Devrimci Marksistler Kıbrıs sorununun çözümünün, Kıbrıs halkına ait olduğunu, emperyalistlerin yer almadığı, eşit, adil, demokratik ve enternasyonalist bir yaklaşımla sorunların aşılabileceğini savunurlar. Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili, dünyanın bu bölgesindeki devrim ve sosyalizm mücadelesini gözeterek tavır almak gerektiğini ve buradaki asli rolün de Rum ve Türk işçi ve emekçileriyle, onların gelecekteki ortak devrimci siyasal partisine düştüğünü bıkmadan savunurlar.” http://www.iscimucadelesi.net/arsiv/dergi/bes/kibris5.htm

Bu tavır bugün Arap Devrimi ile de haklı çıkmıştır. Kongre’de vurguladığımız, Kıbrıs’ın el değiştirme ve kırılma süreçleri Hindistan’la ve özellikle Mısır’la ilgilidir. Mısır’ın Britanya tarafında sömürge ilan edilmesi, Kıbrıs’ın ilhakına sebeptir. Tabii ki Hindistan’ın güvenliği de. Süveyş Kanalı krizi, Kıbrıs’a 99 mil karelik İngiliz üslerinin kurulmasına sebeptir. Emperyalizmin sürekli savaş politikası, Afganistan’da Irak’ta Lübnan’da kullanılan üsler ve limanlar açısından yakıcıdır. Son olarak da Arap Devrimi’nin bağrına sokulan Libya yangınında Kıbrıs’taki üsler kullanılmıştır. Uluslararası devrimci ve karşı-devrimci durumun bu kadar etki altına aldığı bir coğrafya “emperyalizmin kucağına düşmüş olmakla” suçlanarak algılanamaz, enternasyonalist bir perspektifle anlaşılır ve programatik bir zemine oturabilir.

Kıbrıs Kongresi’nin ilk çağrıcıları Kıbrıslılar olsa da 50 küsur senedir Türkiye solunun yapmadığı bir şey yapıldı. Temel Demirer yaptığı muhteşem konuşmasında Kongre’nin bu hakkını da verdi ve Türkiye solu adına Kıbrıslılar’dan özür diledi. Marx ve Engels’in dediği gibi: “Yenilmişsek yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır” ve biz enternasyonalizmle baştan başladık… TİP’in abartılı yanlışlarını bu yüzden vurguladık, BDP’ye bu yüzden anlam yükledik. Kürt özgürlük hareketi, Yunanistan işçi sınıfı, Türkiye işçi sınıfı ve Kıbrıslıların kendi mücadeleleri olmaksızın kurtulamayız: Bu yüzden Yunanistan’dan Kongre’mize gelen yoldaş Nikos Tziris, “Yunan ordusu Kıbrıs’tan dışarı” diye haykırmıştır; bu yüzden yoldaşımız Temel Demirer, konuşmasının başında, “Bu salonda Kıbrıs’ta işgal yok diyen ve AB’den en ufak bir beklentisi olan varsa bu salonu terk etsin” diye haykırmıştır! Bu yüzden yoldaşımız Sungur Savran, Arap devriminin önemini, depresyonu ve dünya devrimini ısrarla meraklı Kıbrıslı dinleyicilerine anlatmış ve “yaşasın enternasyonalizm” demiştir!

İki Sendika: Tahayyül edilen ve Var olan!

KTÖS’ün ve KTOEÖS’ün kardeş sendikası Eğitim-Sen, Kongre için kapısını çaldığımızda bize olanaklar sundu, dayanışmasını bildirdi; bu durum AB’siz ABD’siz baştan başlamanın da sendikal zeminde mümkün olduğunun göstergesidir. Yeri gelmişken Eğitim-Sen’in yanında KTÖS’e ve KTAMS’a da Kongre’mize sağladıkları ekonomik destekten dolayı tekrar teşekkür edelim. Kongre’de önümüze düşen sendikal duruma değinelim…

Nasıl ki iki sömürge Kürdistan ve Kıbrıs demişsek, iki sömürgeden yoldaşlar bir arada konuşmuşsak, BDP’lilerin yanında, zor da olsa Kıbrıs’tan bir sendikacıyı Kongre’mize getirmeyi başardık. Bizim isteğimiz birden fazlaydı ama bu seferlik bir sendikacıyla yetindik: KTÖS Genel Başkanı Güven Varoğlu… Varoğlu, maalesef tüm gün kalamadı Kongre’de. İlk oturumda konuşmasını yaptı ve Kıbrıs’a döndü. Sona doğru nabzı yükselen Kongre konuşmalarını dinleseydi, salonda fikirlerinde değişiklikler olan diğer Kıbrıslılar gibi Güven Hoca’nın da fikirlerinde bir değişiklik olur muydu bilemeyiz.

Sungur Savran yoldaş, Varoğlu’nun vurguladığı “Sendikal Platform’un İktidarı almama” kararını eleştirirken, “tam da iktidarı alarak işe başlamak” gerekmektedir vurgusunu yapmıştır. Arap Devrimi’nin ve diğer bütün devrimlerin sorunu olan iktidara devrimci perspektiften bakmadığı açıktır Sendikal Platform’un. Ama bu “ilke”yi koyarken Kıbrıs’taki sendikal bürokrasinin esas korkusu şudur: “Ya biz de iktidara gelir veya getirilir ve kukla bir yönetime dönüşürsek”. Sendikal Bürokrasi’nin geçmişte başka temsilcileri de meclise girmiş ve nerden geldiklerini unutmuşturlar. Kıbrıs’ta da Süleyman Çelebi çoktur, ama korkarak siyaset üretilemeyeceği de aşikardır!

Güven Hoca salonda kalsaydı benim ona sormak istediğim başka bir şey vardı: Bir yıl önceki 28 Ocak Genel Grevi’nden tam bir yıl sonra, 30 Ocak 2012’de ilan edilen Genel Grev neden apar topar iptal edilmiştir? İlan edilen bir Genel Grev’in iptal edilmesi yenilgiyi baştan kabul etmek ve ihanettir! O günden beridir de Genel Grev’in adını anan yoktur… Dahası, geçen yıl Libya bombardımanı sırasında Kıbrıslı bir grup sendikacı Brüksel’e gidip AB’yi Kıbrıs’ı kurtarmaya çağırmıştır, Avrupa Parlamentosu önünde açtıkları pankartlarla… Bu yıl da 5 Mart’ta, Kongre’nin bir gün sonrasında AB’ye mektup yazarak TC’nin politikalarını şikayet etmiştir başta KTÖS olmak üzere bir grup STÖ! Yunanistan’ı AB’den atmayı tartışan bir Almanya’nın denetiminde yürümeye çalışan dağılma aşamasındaki bir AB’ye, Kıbrıs için mektup yazmak mı, yoksa Kongre’nin savunduğu doğrultuda yeniden başlamak mı? Var olan sendikacılıkla bizim tahayyül ettiğimiz arasındaki fark budur!

Geçen yıl Mart ayının sonunda Güven Varoğlu, Sendikal Platform adına yaptığı açıklamada, herhangi bir yasanın mecliste görüşüldüğü takdirde dahi, Sendikal Platform’un Süresiz Genel Greve gideceğini açıklamıştı. Nice yasalar görüşüldü, nice özelleştirmeler tamamlandı. 15 Mart 2012 itibarıyla da “Kamu kurum ve kuruluşlarına, kamu iktisadi teşebbüslerine, kamu iştiraklerine ve kamu payı olan şirketlere ait ekonomik ve ticari olarak değerlendirilmesi mümkün bulunan her türlü şirket hisseleri dahil taşınır ve taşınmaz mallar, hizmetler ve hakların özelleştirilmelerini düzenlemek” adına Özelleştirme Yasa Tasarısı Ekonomi, Maliye, Bütçe ve Plan Komitesi’nde onaylandı. Bu süreçte ise süresiz genel grevi, başka çaresi kalmayan El-Sen, elektrik alanındaki özelleştirmeye karşı uygulamıştı. Yasa Tasarısı, Meclis Komitesi’nde onaylandı, Varoğlu’nun ağzından çıkan Sendikal Platform’un sözü ise boşlukta durmaktadır. İptal edilen 30 Ocak Genel Grevi de cabasıdır… Kıbrıs’ın Kuzey’inde Süresiz Genel Grev’den başka çıkar yol kalmamıştır! Tabii, şimdiye kadar sendikacılarımız ağızlarına aldıkları bu olağan üstü mücadele durumunun, sadece “tehdit aracı” olarak değil, sınıf silahı olarak kullanılması gerektiğini anlamışlarsa…

Amed’de (Diyarbakır’da) Kıbrıs-Kürdistan Kongresi

Genel bir değerlendirme yaparsak, Kongre’yi Ankara’da tüm gün izleyenlerin büyük kısmı Kıbrıslı öğrencilerdi. Kıbrıslı öğrenciler çok yeni şeyler duydu Çağdaş Sanatlar’ın salonunda. Bir sancı vardı. İzleyiciler arasında, yine 9 Mart günü Ankara’nın göbeğinde Egemen Bağış’ın ilhak naralarına Kıbrıslılar’la birlikte karşı çıkan Trotskistler, yani devrimci Marksistler vardı. Kongre’de de eylemde de bu böyleydi. Yaptığımız ziyaretlerde gördük ki Türkiye solunun örgütlerinin büyük kısmı Kongre’den habersiz değildi. Ama tutarlı enternasyonalistler olan devrimci Marksistler dışında bir ilgisizlik mevcuttu. Bildiğimiz kadarıyla Kongre’de BDP’liler ve Kızıl Bayrak’çılar vardı devrimci Marksist çevre dışından. Ya gizli bir boykot vardı, ya da gözle görülür bir ilgisizlik. Kısacası TİP’ten bugüne Kıbrıs’ta defalarca sınıfta kalan Türkiye Solu, Kongre’ye olan ilgisizliği ile de, Kıbrıslı öğrencilerin düzenlediği eylemde, 30 civarında örgütü kapı kapı gezmemize rağmen Egemen Bağış’ın dile getirdiği ‘ilhak’ fikrine karşı yaptığımız bu kadar ciddi bir eylemde de sadece Trotskistler vardı. Hem Kongre’de hem eylemde benzer bir durum vardı. Kongre’nin ortaya çıkış sebeplerinden biri de bu durumu ortadan kaldırmaya karşı bir girişimdi. Hatta ismini anma gereği duymadığım büyük “komünist” partilerden bir tanesinden bir kişi gelip “Bu kadar az mısınız?” diyerek geri gitmiştir. Üç günde hazırlanan bir eyleme 70 civarında kişinin katılımını az bulan ve gerisin geriye dönen bir ilgisizlik! İyi ki “Kıbrıs’ı ilhak edelim” diye slogan atmıyorlar Behice Boran gibi!

Önce Türkiye solu, sonra Türk Devleti, Kıbrıslıların kendi kaderini tanıyana kadar, TC’nin çifte sömürgeciliğini teşhir eden iki sömürge -Kürdistan ve Kıbrıs- perspektifi doğrultusundaki mücadelemiz sürecektir!

Bir Kıbrıslı enternasyonalist olarak söyleyebileceğim, bir ilgisizlik ya da gizli boykot mevcutsa- ki bize göre mevcuttur, bu Kıbrıslılar’ın kendi kaderini tayin hakkına yapılmış bir harekettir! Bunu Kongre’mizi gerek boykot ederek, gerekse ilgisizlikten dolayı gelmeyen sol siyasetler, TC’nin ilhak politikasına karşı eylemde yanımızda olan devrimci Marksistler ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi dışında herkes düşünmelidir…

Herşeye rağmen önümüzdeki hedef Amed’de bir Kıbrıs-Kürdistan Kongresi’dir. Amed için BDP’li milletvekilleri Demir Çelik ve Sırrı Süreyya Önder’den söz aldık. Özellikle “artık Kıbrıs milletvekiliyim” diyen Sırrı yoldaştan iki kez söz aldık. Diyarbakır’da görüşmek üzere…

Aziz Şah - Enternasyonalist Dayanışma (Kıbrıs)