4 Mart'da Ankara’da gerçekleştirilen Kıbrıs-Kürdistan Kongresi üzerine düşülmesi gereken birkaç noktayı ifade etmek gerekir. Kongrenin amaçlarından biri, Kıbrıs üzerine hali hazırda çok cılız olan devrimci bir siyasi tartışmayı derinleştirmektir. Kongre’deki bu yeni tartışmalar gösterdi ki, kongreye gelen Kıbrıslılar ile kongreye gelmemiş Kıbrıslılar arasında ortaya çıkan bilinç farkı, aslında Kongre’nin kendi amaçlarından birine ulaşmıştır. Evlerinde misafir olduğum Kıbrıslı dostlarımla kongre öncesi ve sonrası yaptığım sohbetlerdeki fark gece ile gündüz gibiydi. Kendi deyimleriyle, tüm doğru bildiklerini bu kongrede gömdüler ve başka yeni fikirlerle tanıştılar.
Ulus Kavramı ve Kıbrıslık
1974’den bu yana bilfiil işgal altında bulunan Kuzey Kıbrıs’ın, sömürgeciliğin getirdiği yabancılaşma ile ne sömürülen Kıbrıslıların büyük bir çoğunluğu sömürge olduklarının, ne de Türkiye'deki insanların büyük bir çoğunluğu adada bir işgalci sömürgeci durumun olduğunu kavrayabilmişlerdi. Sömürge olmanın her alanda kendini gösterdiği bir coğrafyada nasıl oluyor da bu sonuca gelinmiştir. Kongre bir yönü ile bu olmayan bilinçle hesaplaşmadır. Bu hesaplaşma ucu açık, sol liberal kavramların soyutlaştırılarak tartışıldığı, bir kedinin kendi kuyruğunu yakalama girişimi değildir.
Bilinçlerin oluşması son kertede, kendi maddi şartları üzerinden belirlenir. Sömürgeciler, sömürgeci gibi düşündükleri için sömürmezler, sömürdükleri için sömürgeci gibi düşünürler. Kıbrıs’taki sömürgecilik ile kökten bir hesaplaşmaya girilmemesinin nedenleri vardır. Klasik sömürgelerde, kendisinden ayrı bir halkın sömürülmesi durumu vardır. Tarihsel ve kültürel olarak birbiriyle alakası olmayan halkların, sömürgeleştirilmesi, kendine yabancılaşmayı çok güçlü bir şekilde gerçekleştiremez. İngiltere’nin Afrika’yı ve Hindistan’ı sömürgeleştirmesinde, tarihsel bir kardeşlik ve ortak kökler gibi kavramlar üzerinden kendi sömürgeciliğini açıklamadı. İdeolojik üstyapısını, bu ‘geri’ kalmış ülkelere bir ‘yüksek’ kültür götüren ulus kavramı üzerine oturtturur İngiliz sömürgeciliği.
Aynı dili konuşup da, ayrı devletleşme süreçlerine giden ülkeler de vardır. Avusturya ve Almanya buna örnektir. Hitler faşizminin işgaliyle ancak birleşen bu iki ülke, savaş sonrası gene ayrılmışlardır. Artık iki ayrı halk olarak, birleşme güdüsünü burjuvaları taşımamaktadır. İsviçre'de konuşulan dillerden biri olan Almanca'ya rağmen, kendisini Almanya'dan ayrı tutmuştur buradaki halk. Almanya ve Fransa arasında yaratılan iki devlet olan Hollanda ve Belçika, Ortaçağ'da Alman İmparatorluğu’nun bir parçasıdır. Bu örneklerde de görüldüğü gibi tarihsel süreç içersinde ayrı bir halk olma süreçleri, halk denilen kavramın ne kadar değişken ve yapay olduğunu da ortaya çıkartıyor. Uluslaşma süreci, burjuvanın kendi pazarını yaratabilmek için başlattığı bir süreçtir. Burjuvanın sınıf çıkarlarını ulus kimliğiyle kendi işçi sınıfına dikte eden bir anlayıştır ulusçuluk. Devrimcilerin görevi ulus, halk, vatan gibi kavramların ortadan kaldırılması için mücadele etmektir. Bizim çözmeye çalıştığımız ulusal sorunlar, burjuvanın kendi sömürgelerinde ezilmiş halklara yaptığı müdahalelere karşı durmaktır. Ulusal Sorun’un aslında bir sorun olmaktan çıkması gerekmektedir. Stalinistlerin bu sorunu şematik bir aşamacılıktan ele almaları sonucu, ulusal sorunun çözümünü, ulusal burjuva (Burjuva Devrimi’ni işçiler yapsa bile, burjuva sınıfı gibi davranmak zorundadır) çözer mantığına indirgerken, biz bu sorunun işçi sınıfı önderliğinde yapılacak bir sosyalist devrim içinde çözülebileceğini söyleriz.
Kıbrıs'ın kendi Ulusal Sorunu’nu 1960'ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne rağmen çözememesi nasıl olmuştur? Kıbrıs’taki SSCB etkisi ve Kıbrıs üzerinden ABD ve İngiltere’nin söz sahibi olmaya çalışması nedeni ile ‘Bağlantısızlar Hareketi’ eksenine kaymıştır. Türk ve Yunan gladyoları Kıbrıs’ta bir terör ortamını egemenlerin eliyle başlatmıştır. Türkiye Devleti kendi argümanlarına, Türklerin, Yunan ve Rum zulmü altında ezildiklerini ve onlara yardım etmenin bir tarihsel misyon olduğu noktasında emindir zaten. Kemalizmin etkisi altında bulunan Türkiye’de, sol ve zaten Misak-ı Milli sınırları içinde görülen Kıbrıs’a yapılan müdahale noktasında ses çıkarmakta çok geri kalmıştır. DİSK Başkanı Kemal Türker, işgale katılması için işçileri askerliğe davet eder. Bu gelenek solda devam etmektedir aslında. Kemalist tezlerle ilk büyük kopuşu Kürt halkı açar. İsmail Beşikçi ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerin uzun bir süredir tarihsel bilincinden kopartılmış Kürtler arasında ve sol içersinde açtığı yarılma günümüze kadar gelen bir kopuşu ifade eder. Böyle bir kopuş Kıbrıslılar için geçerli olmamıştır. Bunun arkasındaki asıl neden, Türklerin Türkleri kurtardığı anlayışını sağlayan son derece şematik bir halklar kavramıdır. Tarih içersinde ayrı uluslaşma süreci, aynı ‘kökten’ gelen halklar içinde geçerlidir. Kıbrıslıların artık kendi uluslaşma sürecinde oldukları göz ardı edilmiş, bir yeni KKTC Türklüğü inşaa edilmeye başlanmıştır. Rumca konuşma ve Rum’dan alışveriş yapma diyerek başlayan süreç, günümüze kadar sürmektedir.
Kukla Devletli sömürge:
Kongrenin amaçlarından biri, toplumun genelinde yaygın olan algıların değişmesi ve cevapların-soruların ortaya çıkartılmasıydı. Bu noktada, İsmail Beşikçi’nin Kıbrıs değerlendirmesine değinmek gerekmektedir. İsmail Beşikçi haklı olarak Türk devletinin yıllardır Kıbrıs için talep ettiklerini ve devlet kurdurmasını, Kürtler mevzu bahis olunca dile getirmemesini ve bastırmak için elinden geleni yapmasını eleştirmektedir. Bu ikiyüzlülük Türk devletinin önemli bir politik anlayışını ortaya çıkartıyor. Bu noktada Aziz Şah'ın yaptığı tespit çok yerinde bir tespittir. “Türkiye Kıbrıs’ı devlet kurdurarak, Kürtleri de devletsiz bırakarak sömürgeleştirmiştir.” Kongrenin hazırlanması sürecinde, kendi aramızdaki konuşmalarda bu durumu defalarca tartışmıştık. İsmail Beşikçi'nin bu konudaki görüşleri dikkate aldığını, Kıbrıs Kongresi üstüne yazılmış yazısında görmekteyiz.
KKTC denilen kukla devlet, tümüyle T.C ye bağlı olarak ayakta kalması mümkün olan ve Türkiye Burjuvazisi’nin çıkarlarına göre şekillendirilmiş bir sömürge yapısıdır. Sömürge valisi ile yönetilmektedir. Kıbrıs aslında bir noktada pan-türkizm hayalinin ulaşabildiği en üst noktadır. Kongrede yaptığım “Kürdistan ve Kıbrıs Tezleri” başlıklı konuşmamda şu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım: Bir muhtemel, Kerkük ve Musul işgal hareketine model olarak Kıbrıs’taki deneylerinde kullanılmak istenildiği ortadadır.' Bu noktayı daha açmak gerekli. Türk burjuvazisinin en büyük hayallerinden biri, Türkî Cumhuriyetlere önderlik yapmaktır. Çin Seddi’ne kadar çıkma hayallerini kuranlar, aslında Kıbrıs'tan öteye de çıkamamışlardır. Bu da aslında buna o dönem kendi politikalarına denk düştüğü için izin veren İngiliz emperyalistlerin sayesinde olmuştur.
Kıbrıs aslında Türkiye burjuvazisi için bir laboratuar özelliği taşımaktadır. Burada elde ettiği deneyimler, Musul ve Kerkük'ü ilhak etme hayalleri için bir hazırlık niteliği taşımaktaydı. Çin Seddi’ne kadar açılma fikirleri, kaba bir ulus kavramına dayanmaktadır. Yüzyıllardır artık ayrı coğrafyalarda ve kültürel ortamlarda yaşayan insanların, dil bağı üzerinden bir ortak politika üretmeye çalışmak başlı başına hatalı bir tutumdur. Kendi sınıfsal çıkarlarını, Türkiye burjuvazisinden farklı gören cumhuriyetlerde, ortak bir pan-türkizm ülküsü hayalperestlikten öteye geçmiyor. Aynı dili konuşmak, ortak bir devletsel dönüşüm için yeterli olmamaktadır. İttihak ve Terraki’nin bu çizgisini 90'ların başında Süleyman Demirel tekrar dile getirmişti. Gülen sermaye işbirliği AŞ'nin bu coğrafyalarda Türkçe eğitim veren okulları aslında bu ülkünün artıkları olarak da görebiliriz ya da modifiye edilmiş hali. Kıbrıs, Türkiye'nin 1923 sonrası sınırları dışında kalmış ve Türkçe konuşanların yaşadığı bir ada olarak, Türkiye'nin topraklarına ve idaresine katılması için girişilmiş bir operasyondur.
Türkiye ve Kürdistan solundaki Kıbrıs'a yönelik ilgisizliğin temelinde, bu algılamanın dile getirilmese de hakim olması yatar. Kıbrıs, Türk milliyetçiliğinin kendini geliştirme ülkesi olduğu gibi, Türkiye burjuvazisiyle uyumlu çalışan Denktaş ve Talat geleneğinin var olması da algı hâkimiyetini kuvvetlendirmiştir. Kıbrıs'ın Türkiye'nin bir sömürgesi olduğu noktasının, çok dile getirilmemesinin altında bu durum yatmaktadır. Solun bir kısmında ise, Türkiye'nin sömürgeci olduğunu reddeden ve olayı sadece mevcut hükümetin eleştirisiyle açıklamaya çalışanlar da mevcuttur. Bu akıl yürütmede, Kıbrıs'tan elini çekmesi gereken AKP'dir ama TC değildir. Türkiye topraklarında daha acil bir ulusal sorun olan Kürt sorununa bile çarpık bakanların Kıbrıs ile ilgili doğru bir düşünce yaratması beklenemez. Kıbrıs konusunda kendi dinamikleriyle sokağa çıkacak yüz binler ve milyonlar yoktur. Ankara veya İstanbul’da sokağa çıkabilecek Kıbrıslı sayısı bir avuç öğrenciden öteye gitmeyeceği ortadadır. Yani Kıbrıs’ın, çok az sayıda insanla Türkiye'de savunulması gerekmektedir. 'Haddini Bil Egemen, Kıbrıs'ın Egemeni Kıbrıslılardır' eylemine gelip, Kıbrıslı sayısını beğenmeyip gidenler de vardır. Kendi devletiyle, tam da bir sömürgeden dolayı, hesaplaşmasını yapmayanların kendisine sol sıfatı vermesinden daha kötü bir şey ne olabilir ki o topraklarda?
Devlet nedir ki?
Kongredeki görüşlerde ortaya çıkan ayrılıkların bir kısmı, sömürgeciliğin ortaya çıkış haliyle ilgiliydi. Kemalizmin eklektik ve ırkçı düşünce yapısının incelendikten sonra, Kürdistan veya Kıbrıs sömürgelerini anlatmaya çalışmak, ortaya yanlış bir anlayışı da koydu. Sömürgecilik ideolojisi, Kemalizmin ideolojisinden doğmuş gibi bir durum ortaya çıktı. Külliyen yanlış bir anlayıştı. Bu aslında tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan metafizik sorusunu daha geriye götürüp, yumurta mı yumurtadan çıkmıştır noktasına indirmektir. Bu“devlet mi devletten çıktı, ideolojiden ideoloji mi çıktı” gibi sorulara cevap aramaya benzemektedir. Bütün bu değerlendirmelerin altında, “sömürgecilik ideolojisi, ırkçı bir ideolojiden çıkmıştır” gibi bir anlayış yatar. Burjuva sınıfının ideolojisi ırkçılaşır çünkü maddi çıkarları bunu gerektirmektedir. Kemalizm sömürgeci gibi düşünür, çünkü sömürdüğü bir Kürdistan vardır. Yani kapitalist üretim ilişkileri ve özel mülkiyet ilişkileri ırkçılık ideolojisini ortaya çıkartır. Bu sömürge durumu devam ettiği sürece, ideoloji değişebilir. AKP iktidarıyla değişim aslında bunu gösterir. Tüm ideolojik değişimler Türk burjuvazisinin sömürgeciliğini devam ettirebilmesi ve maddi çıkarlarını daha iyi korunması için gerekli gördüğü değişimlerdir. Maddi olarak Kürdistan'ın sömürge olmaktan çıkartılmadığı sürece, ideolojik veya devlet yapısındaki değişimler bir şey ifade etmeyecektir. Kürtlerle Türklerin barış içinde ortak yaşamının koşulu, sömürgecilik ilişkilerinin sona erdirilmesidir. Bu ancak ayrılma hakkının tanınmasıyla olur. Devletin Kürt hareketi tarafından sadece ideolojik bir olgu olarak ele alınması ve onun maddi çıkarlar üzerine kurulu olduğu ve bir burjuva sınıfının aygıtı olduğu atlanılarak analiz yapılması ortaya çelişkili bir durum çıkarmıştır. Devletin kendisini sönümlemesini özel mülkiyet ve kapitalist üretim ilişkilerini sönümlemeden beklemek, Kürt siyasal hareketinin çıkmazıdır. Kongre’deki Kürdistan başlıklarında gündeme gelmesi itibariyle bu konu, kongrenin de bir tartışması olmuştur. DİP başkanı Sungur Savran'ın değerlendirme yazısı veya DİP'li yoldaşım Şiar Rişvanoğlu'nun Kongre konuşması da aslında bir yönüyle bunu anlatmaktadır.
Kongrenin ilginç tespitlerinden birini de Ceren Göynüklü yapmıştır. Kıbrıs'a gönderilen Arap ve Kürt nüfusun Türkleştirildiğini, bunlarla beraber Kıbrıslı nüfusun da Türkleştirildiğinden bahsetti. Yani Türkiye, Kıbrıs’taki asimilasyonunu iki yönlü yürütmekteydi. Giorgos Katsanos kendi konuşmasında, sermayenin Türkleşmesiyle ilgili olarak, 6-7 Eylül’den 1964 kadar olan süreci bize anlattığında, Türkiye'deki Rum nüfusunun Kıbrıs Sorunu’na karşı Türk devletinin elinde bir rehine olarak tutulduğunu bize gösterdi.
Kıbrıs Kongresi hak ettiği şekilde, Enternasyonal bir perspektif ile yürütüldü. Bu perspektif salt o coğrafyalardan katılımcıların gelmesi üzerine kurulu değildi. Tam aksine Kürdistan’ı, Türkiye İşçi sınıfını, Yunanistan İşçi sınıfını, Kıbrıs’taki mücadeleleri ve Arap Devrimi’ni ortak bir enternasyonal perspektif ile Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetleri’nde birleştiren, anti-kapitalist, anti-sömürgeci, anti-emperyalist bir politik hatta duran bir Kongre’dir. Kongre'de öne çıkan Birleşik Sosyalist Kıbrıs şiarı bunun politik ifadesidir.
Amed'de görüşmek üzere.
Suphi Toprak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder