Kıbrıs üzerine yazan yabancılardan Patrick Balfour, “Kıbrıslılar kısa, sağlam yapılı, değirmi kafalı bir halktır” der. Biz, ‘değirmi kafalarımızla’ köşeli cümleler kurmaya gittik Ankara’ya, vurgulayarak söylüyorum: Köşeli cümleler! Her ideolojik hat’ta kabul görmeyecek, hep tahmini kalıpların dışına taşacak, enternasyonalist bir perspektif ile gittik Cemal Süreyya’nın ‘üvey ana’ dediği Ankara’ya.
Kıbrıslılar, Ermeniler ve Rumlar
Sırrı Süreyya Önder’in ilk oturumda vurguladığı ve bizi merağa düşüren, daha sonra yüz yüze Sırrı yoldaşa sorduğumuz konuyu, söz uçmasın diye buraya da not edelim: “Biz mecliste” demişti Sırrı Süreyya, “Kürt sorunundan çok Kıbrıs ve Ermeni konularında tepki alıyoruz.” Daha sonra Sırrı Süreyya’yı ziyaretimizde “Kıbrıs’ın K’sını duyar duymaz tepki vermeye başlıyorlar” demişti.
Biz, Türkiye kapitalizminin tarihini ve sermayenin Türkleştirilmesini okurken Kıbrıs’ın tarihini, Kıbrıs’ın Türkiye’nin ‘milli davası’ haline getirilişini de okuyoruz. Kıbrıs’ın tarihi, Türkiye’deki Gayri-Müslümler’in tarihidir de, Kıbrıs’ın Taksim edilmesi de Gayri-Müslümler’in kovulmasının tarihidir. 6-7 Eylül ‘55 ve ‘64 kovulmalarını bu yüzden Kongre’mizde ele aldı Giorgos Katsanos ve Sait Çetinoğlu. Bu bağlamda güzel insan Serkan Seymen de yaptığı konuşmasında, Türk basınının Kıbrıs sorununun milli dava haline getirilişinde nasıl bir işlev yüklendiğini ve Kıbrıs’ın nasıl bir kamusal linç imgesine dönüştürüldüğünü hatırlattı.
Kıbrıs ve Kürdistan
Kürdistan’da Şark Islahat Planı olarak ortaya çıkan devlet politikası Kıbrıs’ta Kıbrıs’ı İstirdat Projesi’dir. Kürtleri Türkçe ile ıslah etmek üzerinden kurulan sömürgeci adım Kıbrıs’ı geri almak üzerinden gelişir. Bu yüzden bugünün Türkiye’sinde var olan “Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanlığı” aslında Kıbrıs’ın bir Dış Politika sorunu olmadığının, bir “iç politika” konusu olduğunun, son tahlilde Misak-ı Milli’nin laf-ı güzaf bir durum olduğunun göstergesidir. Kongre’mizde Şaban İba değinmişti Şark Islahat Planı’na, ben de konuşmamın konusu olmamasına rağmen, bu iki politikanın iç içe geçmişliğini tekrardan Islahat Planı’na ve İstirdat Projesi’ne yabancı olan Kıbrıslı katılımcılar için tekrar etmiştim. Değerli Hocamız İsmail Beşikçi de yasak kitaplarında, savunmalarında, İsmail Beşikçi Sempozyumu’nda ve son olarak da Kıbrıs Kongresi’nde söylediği: “Kürdistan’ın sömürge statüsü bile olmayan bir yer” olduğu tezini ve Kıbrıs konusundaki yaklaşımını, daha önce Sempozyum’da çok açık bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde somutlamıştı : “Bugün Başbakan Erdoğan KKTC için ne istiyor, kanımca bağımsızlık istiyor. Filistin için ne istiyor, bağımsızlık istiyor. Neden Kürtler için de bu istenmiyor? Bunu da konuşmak gerekir.” Bense konuşmamın bir yerinde İsmail Hoca’nın bu yaklaşımından dolayı Kongre’nin kurucu tezleri açısından bir müdahalede bulunarak, Kürdistan’ın devletsiz bir coğrafya ve ulus haline getirilerek, devletler arasında bölünüp, önce İran ve Osmanlı arasında, daha sonra 4-5 devlet arasında uluslararası bir sömürge haline getirilip sömürgeleştirildiğini; Kıbrıs’ın ise dekolonizasyon süreci ile başlayan bir “devletler mezarlığına” çevrildiğini, sırasıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Taksim ile de önce Bayraktarlık, sonra Otonom Türk Yönetimi, daha sonra Federe ve 12 Eylül Faşist darbesi ile de KKTC’ye evrilen “beş devlet”li bir sömürgeleştirme ile karşı karşıya kaldığını söyledim. Biçimde farklı bir görüntü olsa da içerikte ikisi de sömürgeleştirme, ikisi de Taksim edilmiş iki coğrafya. Levent Dölek yoldaşımızın, konuşmasında hatırlattığı, 19 Temmuz’da KTHY çadırı önünde Tayyip Erdoğan’ın ziyareti vesilesi ile uygulanan şiddet Erdoğan’ın nasıl bir “bağımsız KKTC” istediğinin en açık göstergesidir. Bunun yanında “TC burjuvazisinin iç savaşının Kıbrıs’a yansıması” başlıklı konuşmamda vurguladığım nokta da bu sömürgede işlerin nasıl yürüdüğünün bir başka göstergesidir: ‘74 işgalinden hemen sonra batıcı laik burjuvazinin temsilcisi TÜSİAD ve TOBB Kıbrıs'a "askeri harekât bitti, sıra ekonomik harekâtta" diyerek sömürgeci sınıf taarruzuna geçer. DİSK de işgal için gönüllü askerlik ve bağış kampanyası yapar işçi sınıfı içerisinde, grevler iptal edilir. TÜSİAD için Kıbrıs, "ekonomik harekât" talep ettiği 74 yılı ile dış yardım fonu krizinin yaşandığı 78 yılı arasında önemli bir yere sahiptir. 90'larda ise Avrupa merkezli bir çözümün bulunması yönünde uğraşa girerler. TÜSİAD'da kırılma yaşanır, bir grup ayrılır. 28 Şubat'ın "mağdur"u İslamcı burjuvazi ise kendisine bir "mahdun" grubu (CTP Liderliği) seçerek ’99 sonrasında başlayan kitle hareketini "pasif devrim" taktikleri ile bastırır. MÜSİAD, TÜSİAD'ın uygulamalarını geliştirerek 2000'lerde Kıbrıs'ta hegemonyasını kurar ve burjuvazinin iç savaşında bir mevzi kazanmış olur. TC burjuvazisinin iç savaşının Kıbrıs'a bu kadar yansımasının tek bir açıklaması vardır: Kıbrıs, Türkiye'nin sömürgesi'dir!
Bu bağlamda ilkel birikim süreçlerini de bu sömürge olma durumuna bağlayan konuşmayı Celal Özkızan yoldaşımız yapmıştır. Dikkatli bir katılımcı görmüştür ki, bir konu başka bir konuyla, konuşmayla bağlanmıştır. Son tahlilde bütünlüklü birkaç tez savunulmuştur.
Özellikle İsmail Beşikçi Hocamız’ın Türkiye’de kanımca en yasak kitabı olan “Devletlerarası sömürge Kürdistan”da verdiği bir örnek Gayri-Müslümler’in, Kıbrıslılar’ın ve Kürtler’in nasıl iç içe geçmiş hayatlar yaşadığını göstermektedir. “Birlik-Beraberlik Sloganı” altında Türk Devleti, “Kıbrıs’ta Rumlara karşı beraberce savaştık, ayrım gayrım yapmadık” sloganı ile gidiyordu Kürtler’e. İsmail Hoca’nın kitabında defalarca tekrarladığı bu örnek aslında Kürdistan-Kıbrıs Kongresi’nin yola çıkarken kafasına koyduğu Tezler’in haklılığını göstermektedir.
İsmail Beşikçi’nin hayatının, mücadelesinin ve kitaplarının önünde eğilerek bu eleştiriyi Kongre’de önceden planlanmamış bir şekilde yapmak durumunda kaldım. Yine mahcubum, ama Sömürge Ada’dan gelen bir devrimci Marksist olarak bu tavrı Ankara’da koymamak bir eksiklik olurdu.
TİP’den BDP’ye Kıbrıs
Emek ve Özgürlük Bloku seçimi 36 milletvekili ile kazanırken sıcağı sıcağına İMC TV’de TİP benzetmesi yapılmıştı. Sosyalistlerin bu kadar yüksek temsili TİP’ten sonra bir ilkti. Gerek Kıbrıs özelinde gerekse enternasyonalist zeminde bakarsak TİP’in suç dosyası kabarıktır. Bu yüzden bizim BDP’den beklediğimiz TİP’in yaptığı hataları yapmaması ve hata yapmamak için Kıbrıs’a birkaç milletvekili dışında kayıtsız kalmayı seçmemesidir. Bu yüzden Kongre’de BDP’den iki milletvekili vardı. Bundan sonra da BDP’yi daha fazla Kürdistan’la birlikte Kıbrıs için çalışırken görmek istiyoruz.
Kıbrıs konusunda TİP sabıkalıdır. Behice Boran sabıkalıdır. Mehmet Ali Aybar sabıkalıdır. Ama Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Demir Çelik, Hasip Kaplan bugüne kadar söyledikleri sözlerle, yaptıkları konuşmalarla Kıbrıslılar’ın gönlünü çalmıştırlar. Yoldaşlık zaruridir.
İki zıt siyaset görüntüsü veren MDD de, TİP de Kıbrıs’a askeri müdahale konusunda hemfikirdiler. Türkiye’de 60-74 dönemi istisnai durumlar hariç bütün sol siyasetler ilk etapta Askeri Harekat’ın bir işgal harekatı olduğunu göremedi ve müdahaleyi destekledi. Sonradan karşı çıkanlar oldu, “ama’lı, fakat’lı” karşı çıkanlardı onlar. Doğu Perinçek gibi sonradan pişman olan ama savaşın ilk anında “İşgalci Türk Ordusu Kıbrıs’tan defol” diyen bir vaka da vardı. Bunu da SSCB’nin yaptığının tam tersini yapmak üzerinden okumak mümkün.
Behice Boran’ın tavrı öğreticidir. Çünkü Boran’ın sözlerinden kan damlar: “… gönül arzu eder ki, Kıbrıs İmparatorluk zamanında olduğu gibi, Türkiye’nin kontrolü altında, Türkiye’nin elinde olsun.” der Boran. 1967 yılında Alparslan Türkeş’in verdiği bir soru önergesine ise hükümetin müdahale hakkından feragat ederek Kıbrıs’a harekât düzenlememesini eleştirir Behice Boran. Alparslan Türkeş’le yarışır… Boran’a göre, askeri müdahale “son derece ciddi bir iştir” ve yapılmalıdır! Söyleyip yapmamak ciddiyetsizliktir! 1969’da ise “iki Tez”li Kıbrıs çözümü önerir Aybar liderliğinde TİP: Çözümün ilk adımı olarak Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığını savunur, ikinci adımda ise silahsız, tarafsız, iki bölgeli federatif bölünmüş bir Kıbrıs’ı bolca garantör ile çözüm olarak sunar TİP Milletvekilleri TBMM Başkanlığına.
1978 yılında Partizan’ın, 1976 yılında Aydınlık’ın işgale karşı yayınladığı kitaplar vardır. TSİP ise savaşı ilk bildiride SSCB’nin tavrına bağlı kalarak destekler ama ikinci bildirisinde işgal olarak tanımlar ve işgale karşı aktif bir yayın yapar. Türkiye’de bazı şehirlerde de askeri müdahalenin son bulması için “Bağımsız Kıbrıs” mitingleri yaptırır TSİP. 80’lerin başına kadar TSİP’in yayınlarında Kıbrıs yer tutar. Ankara’da 1974’te savaş günlerinde öğrenciler bildiri dağıtır. Leipzig TKP de sonradan işgale karşıdır. 80’lerden 2000’lere kadar Kıbrıs Türkiye solu tarafından unutulur… 2000’lerin başında Annan Planı sürecinde ise yalnız bırakılmış bu coğrafya, Türkiye solunun büyük kısmı tarafından özellikle Sosyalist İktidar Partisi’nin TKP’si, emperyalizmin oyununa gelmekle suçlanır; Kıbrıslıları anlamak için istisnai durumlar dışında pek çaba yoktur. Denktaş’ın ölümünde olduğu gibi de sol liberal gelenek içinse Kıbrıs, Ergenekon’u suçlayabilecekleri bir argümana indirgenebilecek bir konudur.
Biz Kıbrıslı enternasyonalistlerin de doğru bulduğu, Kıbrıslıları emperyalizmin kucağına düşmekle itham etmeyen, doğru yaklaşım Devrimci İşçi Partisi’nin öncülü İşçi Mücadelesi geleneğinde mevcuttur:
“Devrimci Marksistler Kıbrıs sorununun çözümünün, Kıbrıs halkına ait olduğunu, emperyalistlerin yer almadığı, eşit, adil, demokratik ve enternasyonalist bir yaklaşımla sorunların aşılabileceğini savunurlar. Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili, dünyanın bu bölgesindeki devrim ve sosyalizm mücadelesini gözeterek tavır almak gerektiğini ve buradaki asli rolün de Rum ve Türk işçi ve emekçileriyle, onların gelecekteki ortak devrimci siyasal partisine düştüğünü bıkmadan savunurlar.” http://www.iscimucadelesi.net/arsiv/dergi/bes/kibris5.htm
Bu tavır bugün Arap Devrimi ile de haklı çıkmıştır. Kongre’de vurguladığımız, Kıbrıs’ın el değiştirme ve kırılma süreçleri Hindistan’la ve özellikle Mısır’la ilgilidir. Mısır’ın Britanya tarafında sömürge ilan edilmesi, Kıbrıs’ın ilhakına sebeptir. Tabii ki Hindistan’ın güvenliği de. Süveyş Kanalı krizi, Kıbrıs’a 99 mil karelik İngiliz üslerinin kurulmasına sebeptir. Emperyalizmin sürekli savaş politikası, Afganistan’da Irak’ta Lübnan’da kullanılan üsler ve limanlar açısından yakıcıdır. Son olarak da Arap Devrimi’nin bağrına sokulan Libya yangınında Kıbrıs’taki üsler kullanılmıştır. Uluslararası devrimci ve karşı-devrimci durumun bu kadar etki altına aldığı bir coğrafya “emperyalizmin kucağına düşmüş olmakla” suçlanarak algılanamaz, enternasyonalist bir perspektifle anlaşılır ve programatik bir zemine oturabilir.
Kıbrıs Kongresi’nin ilk çağrıcıları Kıbrıslılar olsa da 50 küsur senedir Türkiye solunun yapmadığı bir şey yapıldı. Temel Demirer yaptığı muhteşem konuşmasında Kongre’nin bu hakkını da verdi ve Türkiye solu adına Kıbrıslılar’dan özür diledi. Marx ve Engels’in dediği gibi: “Yenilmişsek yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır” ve biz enternasyonalizmle baştan başladık… TİP’in abartılı yanlışlarını bu yüzden vurguladık, BDP’ye bu yüzden anlam yükledik. Kürt özgürlük hareketi, Yunanistan işçi sınıfı, Türkiye işçi sınıfı ve Kıbrıslıların kendi mücadeleleri olmaksızın kurtulamayız: Bu yüzden Yunanistan’dan Kongre’mize gelen yoldaş Nikos Tziris, “Yunan ordusu Kıbrıs’tan dışarı” diye haykırmıştır; bu yüzden yoldaşımız Temel Demirer, konuşmasının başında, “Bu salonda Kıbrıs’ta işgal yok diyen ve AB’den en ufak bir beklentisi olan varsa bu salonu terk etsin” diye haykırmıştır! Bu yüzden yoldaşımız Sungur Savran, Arap devriminin önemini, depresyonu ve dünya devrimini ısrarla meraklı Kıbrıslı dinleyicilerine anlatmış ve “yaşasın enternasyonalizm” demiştir!
İki Sendika: Tahayyül edilen ve Var olan!
KTÖS’ün ve KTOEÖS’ün kardeş sendikası Eğitim-Sen, Kongre için kapısını çaldığımızda bize olanaklar sundu, dayanışmasını bildirdi; bu durum AB’siz ABD’siz baştan başlamanın da sendikal zeminde mümkün olduğunun göstergesidir. Yeri gelmişken Eğitim-Sen’in yanında KTÖS’e ve KTAMS’a da Kongre’mize sağladıkları ekonomik destekten dolayı tekrar teşekkür edelim. Kongre’de önümüze düşen sendikal duruma değinelim…
Nasıl ki iki sömürge Kürdistan ve Kıbrıs demişsek, iki sömürgeden yoldaşlar bir arada konuşmuşsak, BDP’lilerin yanında, zor da olsa Kıbrıs’tan bir sendikacıyı Kongre’mize getirmeyi başardık. Bizim isteğimiz birden fazlaydı ama bu seferlik bir sendikacıyla yetindik: KTÖS Genel Başkanı Güven Varoğlu… Varoğlu, maalesef tüm gün kalamadı Kongre’de. İlk oturumda konuşmasını yaptı ve Kıbrıs’a döndü. Sona doğru nabzı yükselen Kongre konuşmalarını dinleseydi, salonda fikirlerinde değişiklikler olan diğer Kıbrıslılar gibi Güven Hoca’nın da fikirlerinde bir değişiklik olur muydu bilemeyiz.
Sungur Savran yoldaş, Varoğlu’nun vurguladığı “Sendikal Platform’un İktidarı almama” kararını eleştirirken, “tam da iktidarı alarak işe başlamak” gerekmektedir vurgusunu yapmıştır. Arap Devrimi’nin ve diğer bütün devrimlerin sorunu olan iktidara devrimci perspektiften bakmadığı açıktır Sendikal Platform’un. Ama bu “ilke”yi koyarken Kıbrıs’taki sendikal bürokrasinin esas korkusu şudur: “Ya biz de iktidara gelir veya getirilir ve kukla bir yönetime dönüşürsek”. Sendikal Bürokrasi’nin geçmişte başka temsilcileri de meclise girmiş ve nerden geldiklerini unutmuşturlar. Kıbrıs’ta da Süleyman Çelebi çoktur, ama korkarak siyaset üretilemeyeceği de aşikardır!
Güven Hoca salonda kalsaydı benim ona sormak istediğim başka bir şey vardı: Bir yıl önceki 28 Ocak Genel Grevi’nden tam bir yıl sonra, 30 Ocak 2012’de ilan edilen Genel Grev neden apar topar iptal edilmiştir? İlan edilen bir Genel Grev’in iptal edilmesi yenilgiyi baştan kabul etmek ve ihanettir! O günden beridir de Genel Grev’in adını anan yoktur… Dahası, geçen yıl Libya bombardımanı sırasında Kıbrıslı bir grup sendikacı Brüksel’e gidip AB’yi Kıbrıs’ı kurtarmaya çağırmıştır, Avrupa Parlamentosu önünde açtıkları pankartlarla… Bu yıl da 5 Mart’ta, Kongre’nin bir gün sonrasında AB’ye mektup yazarak TC’nin politikalarını şikayet etmiştir başta KTÖS olmak üzere bir grup STÖ! Yunanistan’ı AB’den atmayı tartışan bir Almanya’nın denetiminde yürümeye çalışan dağılma aşamasındaki bir AB’ye, Kıbrıs için mektup yazmak mı, yoksa Kongre’nin savunduğu doğrultuda yeniden başlamak mı? Var olan sendikacılıkla bizim tahayyül ettiğimiz arasındaki fark budur!
Geçen yıl Mart ayının sonunda Güven Varoğlu, Sendikal Platform adına yaptığı açıklamada, herhangi bir yasanın mecliste görüşüldüğü takdirde dahi, Sendikal Platform’un Süresiz Genel Greve gideceğini açıklamıştı. Nice yasalar görüşüldü, nice özelleştirmeler tamamlandı. 15 Mart 2012 itibarıyla da “Kamu kurum ve kuruluşlarına, kamu iktisadi teşebbüslerine, kamu iştiraklerine ve kamu payı olan şirketlere ait ekonomik ve ticari olarak değerlendirilmesi mümkün bulunan her türlü şirket hisseleri dahil taşınır ve taşınmaz mallar, hizmetler ve hakların özelleştirilmelerini düzenlemek” adına Özelleştirme Yasa Tasarısı Ekonomi, Maliye, Bütçe ve Plan Komitesi’nde onaylandı. Bu süreçte ise süresiz genel grevi, başka çaresi kalmayan El-Sen, elektrik alanındaki özelleştirmeye karşı uygulamıştı. Yasa Tasarısı, Meclis Komitesi’nde onaylandı, Varoğlu’nun ağzından çıkan Sendikal Platform’un sözü ise boşlukta durmaktadır. İptal edilen 30 Ocak Genel Grevi de cabasıdır… Kıbrıs’ın Kuzey’inde Süresiz Genel Grev’den başka çıkar yol kalmamıştır! Tabii, şimdiye kadar sendikacılarımız ağızlarına aldıkları bu olağan üstü mücadele durumunun, sadece “tehdit aracı” olarak değil, sınıf silahı olarak kullanılması gerektiğini anlamışlarsa…
Amed’de (Diyarbakır’da) Kıbrıs-Kürdistan Kongresi
Genel bir değerlendirme yaparsak, Kongre’yi Ankara’da tüm gün izleyenlerin büyük kısmı Kıbrıslı öğrencilerdi. Kıbrıslı öğrenciler çok yeni şeyler duydu Çağdaş Sanatlar’ın salonunda. Bir sancı vardı. İzleyiciler arasında, yine 9 Mart günü Ankara’nın göbeğinde Egemen Bağış’ın ilhak naralarına Kıbrıslılar’la birlikte karşı çıkan Trotskistler, yani devrimci Marksistler vardı. Kongre’de de eylemde de bu böyleydi. Yaptığımız ziyaretlerde gördük ki Türkiye solunun örgütlerinin büyük kısmı Kongre’den habersiz değildi. Ama tutarlı enternasyonalistler olan devrimci Marksistler dışında bir ilgisizlik mevcuttu. Bildiğimiz kadarıyla Kongre’de BDP’liler ve Kızıl Bayrak’çılar vardı devrimci Marksist çevre dışından. Ya gizli bir boykot vardı, ya da gözle görülür bir ilgisizlik. Kısacası TİP’ten bugüne Kıbrıs’ta defalarca sınıfta kalan Türkiye Solu, Kongre’ye olan ilgisizliği ile de, Kıbrıslı öğrencilerin düzenlediği eylemde, 30 civarında örgütü kapı kapı gezmemize rağmen Egemen Bağış’ın dile getirdiği ‘ilhak’ fikrine karşı yaptığımız bu kadar ciddi bir eylemde de sadece Trotskistler vardı. Hem Kongre’de hem eylemde benzer bir durum vardı. Kongre’nin ortaya çıkış sebeplerinden biri de bu durumu ortadan kaldırmaya karşı bir girişimdi. Hatta ismini anma gereği duymadığım büyük “komünist” partilerden bir tanesinden bir kişi gelip “Bu kadar az mısınız?” diyerek geri gitmiştir. Üç günde hazırlanan bir eyleme 70 civarında kişinin katılımını az bulan ve gerisin geriye dönen bir ilgisizlik! İyi ki “Kıbrıs’ı ilhak edelim” diye slogan atmıyorlar Behice Boran gibi!
Önce Türkiye solu, sonra Türk Devleti, Kıbrıslıların kendi kaderini tanıyana kadar, TC’nin çifte sömürgeciliğini teşhir eden iki sömürge -Kürdistan ve Kıbrıs- perspektifi doğrultusundaki mücadelemiz sürecektir!
Bir Kıbrıslı enternasyonalist olarak söyleyebileceğim, bir ilgisizlik ya da gizli boykot mevcutsa- ki bize göre mevcuttur, bu Kıbrıslılar’ın kendi kaderini tayin hakkına yapılmış bir harekettir! Bunu Kongre’mizi gerek boykot ederek, gerekse ilgisizlikten dolayı gelmeyen sol siyasetler, TC’nin ilhak politikasına karşı eylemde yanımızda olan devrimci Marksistler ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi dışında herkes düşünmelidir…
Herşeye rağmen önümüzdeki hedef Amed’de bir Kıbrıs-Kürdistan Kongresi’dir. Amed için BDP’li milletvekilleri Demir Çelik ve Sırrı Süreyya Önder’den söz aldık. Özellikle “artık Kıbrıs milletvekiliyim” diyen Sırrı yoldaştan iki kez söz aldık. Diyarbakır’da görüşmek üzere…
Aziz Şah - Enternasyonalist Dayanışma (Kıbrıs)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder